9 Kasım 2009 Pazartesi

Facebooktan öneriler

Sevgili Facebook;

Suya sabuna dokunmayan, mütevazi ve naif suggestionlarda bulunduğun günleri özlüyorum..
Bir kime mesaj atmam gerektiğine karışmadığın kalmıştı, o da oldu.
Sanırım ilişkimize biraz ara versek iyi olacak.

İmza:
Bir dost

19 Ekim 2009 Pazartesi

Amores Perros ruhun gıdasıdır!

Dün yazdığım reçete hiç işe yaramadı. Ne gökten piyano düştü, ne o sevgili cin ali ile karşılaştım. Üstelik bu hayalkırıklığı (!) yetmezmiş gibi, 31.avrasya maratonunun olduğunu tamamen unuttuğum için, Boğaz Köprüsü'nün trafiğe kapandığını son dakikada öğrendim. B planı olmayan safkan Amerikalılar gibi ne yapacağını bilmez bakışlar içinde etrafa bakındıktan sonra, deniz otobüsü çözümünü bulsam dahi tam 1.5 saat gecikmeyle hastaneye varabildim.


Kulağımda müzik, o hışımla sokakta yürürken, dinlediğim bir şarkı imdadıma yetişti neyse ki.. Amores Perros filminin soundtrack'i olan bir şarkı var. Control Machete'nin Ely Guerra ile beraber yaptığı bir düet. Latin rap demek yanlış olmaz sanırım tarzları için. (Şarkıyı dinlemek isteyen parmak kaldırsın!)


Sözleri baştan sona anlamasam da; solistin şarkıyı içten söyleyişi mi, yoksa Amores Perros filmini çok severek izlediğim için mi yada o anki ruh halimden dolayı mıdır bilmiyorum ama öyle iyi geldi ki..

Bir anda kalabalığın içinde hem hırçın ama bir o kadar da umursamaz bir şekilde yoluma devam etmeme sebep oldu. Özellikle erkek vokalin girdiği kısımlarda "kahpe felek" isyanı vardı içimde, son dönemde yaşadığım sıkıntılı şeyler o esnada aklımdan geçerken. Ama aynı zamanda kadın vokal kendini belli ettikçe de "tüm bunların bir anlamı olmalı, herşey çok güzel olacak" umudu yeşerdi inceden.

Sanırım, yarın gün yine bu şarkıyla başlayacak benim için.

18 Ekim 2009 Pazar

A quoi ça sert, l’amour



Tüm bir cumartesi gününü ve akşamını grip olmam yüzünden evde hapis kalarak bitirdim.
Pazar gününü ise hastanede nöbet tutarak geçirmek zorundayım. Dolayısıyla hem huysuz hem de hastayım off!

Ne hoş bir haftasonu değil mi!!!! Bunun bir anlamı olduğuna inanmak istiyorum...

Şuan kendime reçete niyetine videodaki gibi gökten piyano düşüşü ve o hep çok seveceğim cin ali ile karşılaşma yazıyorum. Beni ancak o iyileştirir sanırım.


Endikasyonları: gribal ve diğer bakteriyel tribal enfeksiyonlarda hem aneljezik hem de antipiretik etki gösterir.

Kontrendikasyonları: parasetamole karşı duyarlılık ve antiaşk hastalıkları olan kişilerde kontrendikedir.

Yan etkiler: Edith Piaf nadiren alerjik ve aşırı duyarlılık reaksiyonlarına ve makülopapüler döküntülere neden olabilir. Yine çok nadir olarak mide bulantısı görülebilir. Bu yan etkiler ilaç kesildiğinde ortadan kalkar.

Kullanım şekli ve dozu: yetişkinlerde yola çıkmadan az evvel ve hastaneden çıktıktan sonra alınmak üzere gerekli tablet dozajı günde 2 kere bir 500 mg'dır.

Seksi Şarkılar

Bugün Milliyet'in Cumartesi ekinde gözüme çarpan bir başka konu da Mehmet Tez'in eğlenceli köşe yazısı oldu. Yeri gelmişken, kendisini ailece (!) severek izlediğimizi belirtmek isterim. Cumartesileri gazete keyfi Mehmet Tez ile bir başka güzel : )) Abarttığımı düşünenler olabilir ama gerçekten onun sayesinde, her hafta ipod'a yüklenecek yeni şarkılar listesi yapabiliyorum. (üstelik bu liste çok farklı ülkelerin, daha evvel adını hiç duymadığım ama tam da müzik zevkime uyan yeni gruplarlarıyla dolabiliyor.)

Neyse, konuya dönecek olursa; kendisi yazısında; güne başlarken, duş alırken, yağmur yağarken vb. durumlarda dinlenecek şarkılar hakkında konuşulduğunu ve bu noktadan hareketle seksi şarkıların neler olabileceği üzerine düşündüğünden bahsediyor. Hatta kendi web sitesinde de twitter'daki takipçilerden gelen önerilerle bir liste oluşturmuş ve tamamını bizlere sunmuş, ilgisini çekenler için buradan buyrun.


Eh bu yazı bu kadar ilgimi çektiğine göre, yine bir top 5 oluşturmak şart oldu.



5. Photek - Lost Blue Heaven

4. Depeche Mode - I Feel You

3. Yansımalar - Bab-ı Esrar

2. Massive Attack - Inertia Creeps

1. Depeche Mode - In your Room




(P.S : Olur da Mehmet Tez, tesadüfen bloguma denk geliverirse bu son cümle ona gitsin: "eğlenceli gözlemlerin, akılda tutulası albüm önerilerin kısacası keyifli yazıların için teşekkür" :) )

Hayalimdeki iş

Bir önceki post'umun üzerinden bir kaç gün geçti ve bugün Milliyet'in Cumartesi ekinde şöyle bir haberle karşılaştım :

" İçinizde ukde kalan mesleği yapmanızı sağlayan kardeşler; keşke başka meslek seçseydim diyenlerdenseniz Hayalimdeki İş'e başvurup bir süreliğine merakınızı tatmin edebilirsiniz. 62 seçeneğiniz var."

Başvurmak için http://www.hayalimdekiis.com/ adresine girmeniz yeterli. Kendilerinin buradan reklamını yapmayı boynumun borcu bildim, zira çok orjinal birşeyi başarmışlar. Kendi alanında başarılı olan kişilerle tanışıp o meslek hakkında 2-3 gün deneyim sahibi olabiliyorsunuz. Üstelik ücretleri de çok ucuz olmamakla beraber hiç de uçuk değil.

Hatta doğumgünü partilerinde, doğum günü sahibine; aile üyelerinin, arkadaşların birleşip alabileceği bir hediye de olabilir bence. Sevgili dostlarım, gelecek doğumgünümde harekete geçmenizi bekliyorum. Neredeyse 1 sene var, para biriktirsiniz bence ahahah (yüzsüzlük dizboyu:P)

Ayrıca listede, "Saat ustası" seçeneğini görebilmiş olmak da gözlerimi yaşarttı. : ))
Tabii kendi postumdaki meslekler sitedekilerle karşılaştırıldığında tabiri caizse "avam tabaka" işler. Sitedeki "zeytinyağı üreticiliği, sommelier,agro-eko turizm işletmeciliği" seçenekleri daha ziyade 55 yaşıma geldim, holding yöneticiliğini bırakıp bodrum'a yerleştim, köylüye sanatı sevdirmeye çalışırken pazar günlerimi de "hayatta kaçırılmaması gereken zevkler" benzeri yazıları okuyarak, St. Tropez'deki o butik otelde bi türlü "Chanssone Bordeaux" şarabını deneyemediğime hayıflanıyorum kitlesine hitap ediyor.

Öte yandan çok değişik ve eğlenceli mesleklere de yer ayırmışlar. Örneğin arkeoloji, sihirbazlık, seramik sanatçılığı, yunus eğitmenliği gibi seçeneklerle farklı kesimlerden çeşitli gruplara ulaşmak mümkün duruyor.

Bu seferde "küçük burjuvazi" sınıfına geçerek yine sizlerle top 5 listemi paylaşmak istiyorum :

5. Halkla İlişkiler Ajansı Sahibi: 1 günlüğüne Samantha Jones gibi gezinmek, hiç fena olmazdı.

4. Veteriner: "Bukalemunum bana küstü, artık renk değiştirmiyor, ne yapmak lazım?" veya "İguanam çok sinirli oldu, her eve yeni gelene yelesini açıyor, zaptedemiyorum" gibi sorunlarla gelen müşterilere yaklaşımı öğrenmeyi çok isterdim.

3. Çikolata Butiği İşletmeciliği: Aslında tatlıyla özellikle de çikolatayla aram hiç yoktur. Ama değişik şekilli çikolatalar üretmek, onları meyvelerle şekerlerle kombinleyip süslemek çok cezbedici geliyor. Araf kitabındaki Gail karakterinin türkiye şubesi olmaya bu konuda talibim, şimdiden belirteyim :)

2. Kitapevi Çalışanı: Evet bu noktada tamamen entel dantel olma arzumla karşı karşıyasınız. Şöyle butik kitapçılar vardır ya, ana caddelerin bir arka sokağında yer alır, mutlaka 3-5 müdavimi vardır. Çalışan, o kişilerle mutlaka sohbet eder, çay ikram edip son okudukları kitabı tartışır ve onlara yeni şeyler önerir. Heh işte bunu yapmaya yetenekli olmak istiyorum bende. Kültürüme kültür katmak, yeni insanlarla tanışmak istiyorum.

1. Saç Aksesuarları Tasarımcısı: Daha öncesinden hiç aklımdan geçmemişti böyle bir işi denemek ama düşününce çok enteresan geldi kulağıma. Böyle süslü süslü taşlarla veya tüllerle bezeli değişik taçlar; tokalar yaratmak sanki keyifli olurmuş gibi geldi. Ekmeğimi kazanacak kadar yaratıcılık ve gerekli sabır da olduğuna göre; tasarımlarımla kendime müşteri bulurdum sanırım.

Üst üste farklı mesleklerin cazibesinden neden bu kadar detaylı bahsettiğimi merak edenleri, ilk postum "prologue" un 3. paragrafını yönlendirmek istiyor, gözlerinizden öpüyorum.
(p.s: resimler, www.hayalimdekiiş.com sayfasından alıntıdır.)

14 Ekim 2009 Çarşamba

Hayat kurtaran alternatif meslekler

En sonunda tez bitti, Assos'da güzel bir tatil yapıldı ve blog yazılarına söz verildiği gibi ama 1 ay rötarla geri dönüldü!!!

Yeni bir yazı yazma şevkimi taaa 1000km uzaklardan canlandıran, kafadara (!) teşekkürü borç bilirim :))

Bazen 1 günlüğüne denemeyi istediğim meslekler var. Özellikle de böyle hiçbirşey düşünmesem dediğimde veya herşeyden kaçasım, uzaklaşasım geldiğinde aklıma zaman zaman düşerler.

İşte bahsi geçen "iyi saatte olsunlar" bana misafirliğe geldiğinde, edindiğim mesleklerden top 5 listesi yaptım sizlere :)

5. Fabrikada tütün sarmak: Son dönemde sigaraya verdiğim paranın haddi ama hesabı olmayınca, tütün sarıp içmeye başladım. İlk başladığım günlerde bir paket sigara için 1 saat harcadıktan sonra, işi profesyonelleştirip elimi hızlandırmayı planladım. Bu iş sanırım tam bana göre, kulağıma da takarım müzikçaları, alpay'dan fabrika kızı eşliğinde herşeyden kaçar, uzaklaşırım :)

4. Antika Saat Tamiri Ustası: Dışardan bakıldığında gözün devasa görünmesine sebep olan tek mercek şeklindeki büyüteçlerden takıp, saatin pilini değiştirmek; işlemeli akrep ve yelkovanın tozunu almak istiyorum. Duvarda asılı duran büyüklü küçüklü antika saat tiktakları ile Alice harikalar diyarındaki bay tavşanın, dükkanımın müdavimi olduğu hayaline dalmak; guguklu saatlerin ding dong sesiyle ise klasik bir saat tamiri ustası gibi pala bıyığımın olduğunu gördüğüm kabustan uyanmak istiyorum :)

3. Çımacı: Kimi zaman Beşiktaş'tan gelen yolcular için vapurun halatını iskeleye bağlamak, kimi zaman da Eminönü'nden gelen sabırsız yurdum insanının uzun atlama sonucu denize düştüğü esnada, halatları gevşetip hayat kurtarmak istiyorum. İdo görevlilerinden ise makul boyutlarda eldiven üretmelerini rica ediyorum.

2. Fayton Şöförü: Sakin sessiz Büyükada sokaklarında, turistleri Aya Yorgi Manastırı'na çıkan yolun başına kadar götürüp, yol boyunca konuşmamalarını, arkalarına dönüp bakmamalarını ve bu sayede dileklerinin gerçek olacağı konusunda bilgilendirmeyi, türk müşterilerimi ise "hatırla sevgili" dizisi işte bu iki köşkte çekilmişti diyerek tavlamayı çok istiyorum.

1. Enginar Satıcısı: İşte favori mesleğim. Şöyle şehrin merkezine yakın ama sakin bir sokakta minik bir tabureye oturup, diğer yanıma da mavi bir leğen alıp enginar soymak istiyorum. Nasıl bir sanattır o tanrım! Sapını at, dış yaprakları temizle, sonra enginarı döndürerek yapraklı bölümü daha derinden kes (işte bu noktada değişik şekiller vermeyi, sevgililerin baş harflerini enginar kalbine kazımayı kampanya olarak sunmak istiyorum), kalan tüyleri kes temizle, içini limonla ov ve yine içine limon sıkılmış suda o yanıbaşımdaki mavi leğende beklet. İddia ediyorum insan transa geçer, o gün insanda ne dert kalır ne tasa.


0-12 kategorisine hala dahil olsam, önümüzdeki 5 yıl boyunca her 23 Nisan'da teker teker denerdim hepsini, ne de güzel olurdu. Yetişkinlere yönelik de bir bayram olsun bundan sonra, 21 ocak Gerçekleştirilmeyen Hayaller Bayramı olsun mesala (hiç bir özel gün için rezerve edilmedi sanırım ocak ayı, kabotaj bayramı dahil :P)

O halde önümüzdeki bayram görüşmek üzere sevgili blog okuyucuları, esen kalın:P

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Rockband Turne Notları

    dedicated to Ozgur D. for his hosting :)

  • Amsterdam, Paris, Londra, Berlin ve Stockholm'deki ayak izleri

  • Artan hayran kitlesi

  • Yıldızlı pekiyi

  • Klip çekimi

  • "Sahneye bir bira", "İ-yi akshamlarr İstanbull", "Çook saağğğ oluun" , "You're absolutely fantastic" replikleri

  • Bolca "Woo-hoo" naraları

  • Ses teli yorgunluğu

  • Bel fıtığı

  • Hayali bagetlerle havada bateri çalma yeteneğinde artış

  • Gözler kapandığında boşlukta uçuşan kırmızı,sarı,mavi ve yeşil butonları seyrediş

  • Detone haaayveeey star ve raaaan tuuu dıııı hiillllssss

  • Kapıya dayanacak komşu riskiyle yüzleşme


Herşeye rağmen


Sonuç: 5 saatlik sınırsız eğlence


Günün mottosu : Allah Rockband'in ve X-box'ın yaratıcıların korusun, amin! :))

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Seyrüsefer

Son 3 aydır seyrüseferdeyim. Gönül isterdi ki; o ülke senin, bu şehir benim içerikli bir yazı yazayım. Ama maalesef benimkisi ev-hastane ikilisinin İstanbuldaki konumu ve hergünde devr-i alem üzerine :)

İşte tam bu noktada, metrobüsle olan tanışıklığıma çok memnunum. Hatta öyle ki, metrobüs maceralarımı toplasam buradan köye yol olur sevgili blogcular :)

Evet metrobüs trafikten kurtarıyor ama 2 dakika arayla işlese bile, zibilyon kişi ile balık istifi seyahatten kurtarmıyor maalesef. Ama size metrobüste yer kapmanın ve oturulabilecek en konforlu yerin neresi olduğu hakkında ipucu verebilirim:D İşte 3 aydır yaptığım fizibilite çalışmalarımın sonucu aşağıdadır.

10 adımda metrobüsle konforlu yolculuk:

1. Mümkünse sabah 8'den geçe kalmayın

2. İmkanınız varsa ilk duraktan binin

3. En eski tip ve en modern olan versiyonlarına binmeyin

4. Otobüs önünde yığılma varsa, lise kantininde olduğunuzu zannedip de "ben araya bi karıştım mıydı dalar geçerim" gibi iddalı çıkışlar yapmayın, ezilirsiniz

5. Yığılma esnasında iki saniyelik bir gözlemle otobüs kapısının duracağı yeri belleyin ve usulca bekleyin

6. Nedense genellikle, ön kapılarda daha çok kişi oluyor, oradan uzak durun.

7. Orta kapıya ise hiç yanaşmayın, sağa mı dönsem sola mı dönsem derken, bir bakmışınız ki ayaktasınız

8. En arka kapının önüne denk getirin

9. Yine nedendir bilinmez, arka kapıdan binen çoğu insan arka 8'li koltuğa geçmek yere 2'li koltuklara hücum ediyor, o yüzden dümdüz karşıya yönelin, basamaklardan çıkın

10. veeee işte mutlu son... Basamaklardan çıktıktan sonra en sağda kalan koltuk sizi bekliyor.

Bakın bana hak vereceksiniz. Mutlu son diyorum çünkü; O koltuğun hemen yanında isterseniz elinizdeki çantalarınızı koyacağınız bir boşluk var. Sonracığıma basamaktan ve hemen önünde yer alan demir borudan dolayı, insanların nefes alınamayacak boyutta dibinize kadar girme şansı yok. Ayrıca kolunuzun destek alabileceği bir yer olduğu için uyumaya çok müsait. Son olarak tam tepenizden olmayan ama çok yakın bir noktada klima var ki, hem serin serin gideyim hem de çarpılıp hasta olmayayım diye düşünenler için yaz mevsiminde ideal :)

Bu detaylı anlatımımdan sonra, manyak olduğumu düşünüp, yazdıklarımı okumamaya karar verenlere saygı duyar; işe yararlılığını görüp teşekkürü borç bilene sevgilerimi sunar; aynı anda seyahat ettiğimizde yerimi kapanı ise döverim:P:P

Aaah ama asıl metrobüslerin bir de adsız kahramanları var ki, işte onlara sonsuz teşekkür etmek istiyorum. Onlar ki; siz ayakta kaldığınızda ve kendileri az sonra inecekken, yerini size vermeyi kafayı koyup nazikçe işaret eden ve tam kalktıkları sırada, o koltuğa göz koymuş 3-5 kişiyi elimine ederek "buyrun geçin böyle" diyerek sizi yönlendirenlerdir. İyi ki varsınız!! : ))

P.S: Yaşasın yazı yazmanın dayanılmaz hafifliği..

to be continued..

Aylar geçti bir satır olsun yazı yazamadım, özledim yazmayı, bloglar arasında gezmeyi, okumayı
Severek takip ettiğim yazarlardan da mesajlar gelmiş, neredeyim diye..

Ölmedim,yaşıyorum halen.
Uzman olmama az kaldı, tezimi bitirmeye çalışıyorum. Hastanede çalışmaya başladım bir de bu tez meşgalesi içerisinde. O yüzden henüz ölmemiş olsam da sürünmekteyim : )) Eh elim birşeyler yazmaya gidip de bu tez dışında birşey olunca, vicdanım yakamı bırakmadı, buraları bıraktım istemeyerek :(

15 Eylül'den sonra yine yeniden buradayım

Beni özleyin anacııım baaay :P

8 Nisan 2009 Çarşamba

Ne güzel komşumuzdun sen "Meliha Abla"


Biraz evvel 'Canım Ailem'i izledim yine. "Uğur Yücel'in tek kaşı gözüksün, nerede oynarsa oynasın izlerim" mantığından haraketle, bu diziyi izlemeye başlamıştım. Şimdi ise her karakterin ayrı ayrı hayranı oldum. Ama iş oyunculuğa gelince Halim'in ve kesinlikle Meliha'nın oyunculuğu 10 numero! Zaten Şebnem Bozok'un kendisini bir çok gazetede, dergide oyunculuk anlamında övdüler ve eminim övmeye devam edecekler.


Benim diyeceğim ise "Meliha'nın" kendisine. Sen ne güzel bir komşusun Meliha Abla ya... Ben de evimin penceresinden bakınca onu görmek, sabahları ev yapımı poğaçalarının, akşamları ise içli köftelerinin tadına bakmak istiyorum. Canım sıkıldığında kapısını tıklasam, merdivenlerden onun indiğini şıpıdık terliklerinden anlasam. Sonra kapı önünde kısa ama samimi konuşmalarımız olsa.


Dizinin bu bölümünde Adana'ya taşınma ihtimalleri söz konusu oldu. Valla ha(!) içim parçalandı. Sanki o evden gidince; dizide yüzünü görmeye devam etsek bile, komşumuz olmaya devam etmeyecekmiş gibi geldi :)


Dipnot: Karakterlere bu kadar bağlanmaya devam edersem, yıllar önce Yılmaz Erdoğan'a Mükremin Abi başlığıyla mektup gönderen zat-ı muhtereme benzeyeceğim. (Mektubu yerine ulaştırmış olan postacının da payını görmezden gelmemek lazım tabii.)

5 Nisan 2009 Pazar

Lüleburgaz'ın "L" si


Belli bir zaman önce, internette şu meşhur mail dolaştı. Garanti Leasing' de bir kutlama yapılacaktır. Pasta sipariş edilir ve üzerine de haliyle Garanti Leasing yazılması istenir. Siparişi veren kişi muhtemelen yanlış bir anlaşılma olmasını engellemek adına, "leasing" i alfabetik olarak kodlar, ki resme bakılacak olursa, ya yine dinleyen kişi doğru anlamamıştır ya da kodlayan kişi harf sırasını karıştırır ve ortaya "lesingn" gibi istesen bile böyle telaffuz edemeyeceğin bir kelime çıkar.


Benim en çok dikkatimi çeken şeyse ; alfabetik kodlamanın bir demirbaşı varsa, o da hiç tartışmasız Lüleburgaz olduğudur. L harfinin değişilmezidir o.

Halbuki, Kırklareli'ne bağlı kendi halinde bir ilçedir Lüleburgaz. Bu şehir nesiyle meşhurdur derseniz, ya yıllar yılı lüle taşının Eskişehir yerine bu bölgeden çıktığının zannedilmesiyle ün salmıştır ya da Çarkıfelek kültürü sayesinde L'siyle tanınmıştır bu şehir.

Bundan sonra alternatif L çözümleri bulunsun, Leylek'in; Lolipop'un, Lichtenstein'in "L" si olsun. Lüleburgaz biraz olsun soluk alsın.

Endoplazmik retikulum aşkı

Dile ne de güzel yakışır şu isim değil mi! Ben hücre olsam, en çok ona kıymet verirdim valla.
Böyle kıvrım kıvrım döner takılır hücrenin içinde. En ezeli rakibi ise mitokondridir kanımca.

O zaman kamuoyuna sorarım:


Gönüllerin sultanı kimdir?

vs.

Sobelendim, mimlendim Vol.2

Bu sefer ki mim konusu ise erkek olsam neler yapardım ve neler yapmazdım üzerine en az 5 madde sıralamak.

Ben erkek olsam mutlaka,

1. Uzun eşşek oynardım
2. Gywneth Paltrow veya Juliette Binoche' u dönüşümlü olarak wallpaperım yapardım.
3. Fenerbahçe'nin kombine kartını alır, her maçta deli gibi tezahürat ederdim.
4. "Göster amcanlara pipini" denildiğinde hiç itiraz etmezdim.
5. Kürek, eskrim, okçuluk gibi afili bir spor dalında isim yapardım.

Ben erkek olsam asla ve asla,

1. İçtikten sonra eski sevgilimi aramazdım.
2. Entel dantel işlerle uğraşmazdım.
3. Kendimin en az Cem Yılmaz kadar komik olduğunu idda etmezdim.
4. Arkadaş gazına gelip, içtikten sonra bir zamanlar Bodrumdaki BBC'den denize atlamaya çalışmazdım.
5. Angelina Jolie'nin hastası olmazdım.

Şimdi açıklama yapma sırası, bakınız i am not your freud ve PİLLİ-CADI' da

31 Mart 2009 Salı

Sobelendim,mimlendim Vol.1

Dimple'ın mimlemesi üzerine "Ben" hakkında birşeyler söylemem gerekiyor. Bu vesileyle de ilk mimimiz vatana millete hayırlı olsun diyor, başlıyorum :)

Ben de bir ben vardır benden içeri:

  • Çocukluğa dair şeyler anlatmaya delicesine bayılır.
  • Vintage bir mağaza açıp, satacağı her objeyi önce kendisi kullanmak ister.
  • Road Runner'da Çakal Coyote'nin her seferinde kaybetmesinden nefret eder
  • Güzel bir sesi olmamasına çok hayıflanır, ama ona rağmen Rockband oynamaktan vazgeçemez
  • Sonsuza kadar seyahat etmek ister ve yeni gittiği yerlerde tamamen rastgele cafeler keşfetmeyi sever.
  • Kartpostal manyağıdır.
  • Sabırsızdır, beklemeye asla dayanamaz.
  • Makyaj yapmaktan hiç haz etmez, göz kalemi ve rimeliyle yetinir
  • Bol keseden harcama yapma lüksü olduğunda, mutlaka concon bir kokteyl içer
  • 1950'li yıllarda yaşamış eski dönem avrupa kadınına bayılır.

Ben de mimi devam ettiriyor ve I am not your freud ve Eliza Doolittle 'ı mimliyorum. Haydi kızlar yazı başına :)

30 Mart 2009 Pazartesi

Son çağrı


Bazen ilişkilerin de sigortası olsun istiyorum. Nasıl ki ev aletleri tehlike arz eden bir durum oluşturduğunda sigorta atıyorsa; bizim de beynimizin içinde bir şalter atsa bir anda.

veya danışmadan çağrılsak..

veya acilen uçağa binmemiz gerektiğini gösteren Last Call yazısı belirse gözümüzün önünde, uyansak uykudan.
***

(Breaking and Entering filmi, açılış sahnesi. Bir çift arabada oturur; her ikisi de camdan dışarı bakar, sonra bir an yüzleri birbirlerine doğru döner ve iç çekerler)

Will Francis: When do you stop looking at each other? Shouldn't there be a warning? Shouldn't somebody say to us: "Hey, watch out, pay attention?" Because you can be thinking : "I'm okay, we're okay, we're good.." Then you turn around and a distance between you...

Can Dündar'ın gözünden seçim sonuçları

Can Dündar, seçim sonuçları hakkında öyle güzel bir yorum yapmış ki, paylaşmak istedim kendisinin bugün milliyet gazetesinde yer alan yazısını

(bkz: Bi daha da gitmem seçime!)

Seçim Bilançosu vs. Risk

Seçim sonuçlarını, bir partiden aday olmuş üye titizliği ve heyecanıyla takip ettim. Hatta öyle ki, sonuçları arkadaşlarla gittiğimiz bir cafede Dünya Kupası Almanya-Türkiye maçını izler gibi takip ettik.

Gerek televizyondan gerek internetten olsun, takip ettiğim kaynak ntv oldu.
Gözümün önünden gitmeyen ise ntv'nin itinayla hazırlamış olduğu harita ve partilerin bölgelere nasıl dağıldığını rengarenk bir şekilde gösterişi. Tüm akşam boyunca kendimi Risk oynuyormuşum gibi hissettim.

Gelin iki resim arasındaki benzerlikleri hep beraber bulalım :)



Özellikle İstanbul Büyükşehir'de (büyük şehir neden ayrı yazılmıyor? Bu merakımı da yeri gelmişken, dip not olarak geçmek isterim) AKP mi CHP mi kazanacak üzerinden Türkiye genelindeki sonuçlar hakkında yapılan tartışma ve değişimler; Risk oyunundaki "Avustralya'yı alan, oyunu kazanır" mitini hatırlattı bana.

AKP'nin sarı pulları arttıkça, ya şu piyadeleri kaldıralım da topçuları yerleştirelim şuraya hissini yarattı. Özellikle sahil şeritlerinin CHP tarafından alınmış olması ise Orta Asya'ya sahip olan takımı ne taraftan nasıl çevrelersek, yenerim acaba taktiğini anımsattı.

Eh tabii ki hem oyunun hem sonuçların sabaha kadar sürmüş olması benzerliğinden bahsetmeme gerek bile yok sanırım.

Arada YSK'da elektriklerin kesilmesini ve server'ın çökmesinden ötürü veri girişinin sekteye uğramasını ise, oyunun ortasında "arkadaşlar hesabı kapatıyoruz, son bir isteğiniz var mı" diyerek yanımıza gelen garsonun hevesimizi kursağımızda bırakmasıyla özdeşleştirir, yazıma son noktamı koyarım. :)

26 Mart 2009 Perşembe

Seçim öncesi taksi diyalogları

29 Mart gelsin ve artık oylarımızı kullanalım, ne olacaksa olsun. 1 aydır bindiğim tüm taksilerde
istisnasız seçim konusuna kıyısından köşesinden bulaşmaktan sıkıldım.

Bazen farklı kişilerle bu konular üzerine tartışmak keyifli oluyor ama zaman zaman bazı taksi şöförleri acayip ısrarcı çıkıyor. Uykulu oluyosunuz, konuşmak içinizden gelmiyor veya görüş bildirmek istemiyorsunuz, ama yok sordukça soruyorlar.


Tüm bu konuşmaları şöyle bir kafamda toparlayınca, 5 farklı profil çıkardım, bakınız elimizde şimdilik neler var:

Konuya yumuşak giriş yapan profil: Eee seçimler de yaklaşıyor, ne düşünüyorsunuz?

Umudunu yitirmiş profil: Kim başa gelirse gelsin, Türkiye adam olmaz, bak gelmişim kaç yaşıma, yıllardır aynı şey, değişen hiçbirşey yok.

Büyük şehir çalışıyor sloganını benimsemiş profil: Valla bu hükümet çok iyi işler yaptı, her tarafı güzelleştirdiler. Baksanıza şimdi metrobüs de yaptılar, metro inşaa ediyolar, uğraşıyor adamlar

Toplum ve çevre bilincine karşı duyarlı profil: Yaaa şu seçimler için kağıttı, ilandı yapılan masraflarla fakirler doyurulurdu. Hem israf hem görüntü kirliliği.

İdolü Aziz Nesin olan profil: Ablam, ben size bir şey diyim mi. Aslında bu halka herşey müstahak. Halkın %90'nı aptal olursa, olacağı da budur işte.

Şahsen favorim, sonuncu profil. Bakalım seçim sonrası diyaloglar nasıl şekillenecek, merakla beklemedeyim.

Herşeyi al, bana aksanımı geri ver


- Freud'a Fransız ekolünden gelenlerin Fröyd

-Volkswagen'a Alman ekolünden gelenlerin Folksvagın

-Titanic'e Amerikan ekolünden gelenlerin Taytanik

-Tortilla'ya İspanyol ekolünden gelenlerin Tortiya

demelerinin hastasıyım. İçlerinden bir tanesini ben de zaman zaman yapmaktayım, kabul ediyorum. Ancaaaaakk "o öyle söylenmez, böyle söylenir" diyerek telaffuzu düzelten pek bilmişler yok mu!!! Aksanlarınızı yerim ben sizin.

Bir de konuyla ilişkili olarak;

- Ich möchte şiş köfte

- Qu'est ce que c'est, kes kafanı koy kümese

esprilerini hala yılların eskitemediğine inanan ve gülenlere ise allahtan akıl ve fikir diliyorum :)

25 Mart 2009 Çarşamba

İntihar üzerine


Dün gazetede, Slyvia Plath'in oğlu Nicholas Huges'un intihar ettiği haberini okudum. Anlatılana göre, 47 yaşındaymış, Alaska'da yaşıyormuş. Uzun süredir depresyondaymış ve kendini asarak öldürmüş.

Çok sevdiğim şairlerden olan Slyvia Plath'in günlüklerinde, blogumdaki ilk yazımda belirttiğim gibi beni çok etkileyen bir cümlesi yer alır : "keşke sahip olduğumuz hayatları elbiseler gibi giyip çıkartabilsek, böylece hangi hayatın bize daha çok yakıştığını görebilirdik"

Görünen o ki; Nicholas da, kendi elbisesinin üzerine yeterince yakışmadığını, kirlendiğini parçalandığını ve asla gözüne güzel görünemeyeceğini düşünmüş olmalı ki; onu üzerinden çıkartmak isteğiyle dolup, tıpkı annesi gibi kendisini kaplayan örtünün içinden sonsuza dek sıyrılmaya karar verdi.

Gazetelerin, en arka sayfalarında yer alan, "intihar yoksa genetik mi?" tartışmaları bir yana dursun; peki ya Nicholas'ın 1 yaşındayken kendisini öldüren annesine karşı duyduğu olası bilinç dışındaki suçluluk duygusunun yeri ne olacak? Öyle yada böyle, 47 yıllık elbise çıkarıldı, geçmişin hesabı kapatıldı.
O halde, Slyvia Plath'in oğlunun ruhuna el fatiha...


23 Mart 2009 Pazartesi

Pigmelerin En Güzeli: Cep Maymunu

Satın alacağım evcil hayvan listemde son sırada maymun gelir. Her ne kadar Darwin Amca'ya göre, kökenlerimiz maymuna dayansa da, hiç haz edemedim şu hayvanlardan.
İsterse zekiliğin kitabını yazmış olsunlar, o şapşal surat ifadesi ve her tarafı kıllarla kaplı küçük bi çocuğun boynunuza atlaması hissiyle baş edebileceğimi hiç zannetmiyorum.
Ama bu meretin de cinsleri var tabii. Bir tanıdığım sayesinde "Pygmy Marmoset" diye bir türün olduğunu keşfettim. Halk arasındaki söylenişiyle nam-ı diğer "finger monkey". Adı üstünde parmak boyutunda, minnacık bir şey. İster papağan misali omzuna koy, istersen cebinde taşı, samimiyeti arttırınca parmağına dola, maskot diye yanında gezdir.

Kendisi evcil hayvan top ten'inimde işte bu sempatikliğiyle ani bir çıkışla 1.sıraya kadar yükseldi. Hep kül rengi bir kedim olsun isterdim, şimdi kül renkli marmoset beslemek istiyorum. Ah bir benim olsa, "pigmelerin en güzeli; maymun yavrukuşu" diye seveceğim göbeğine serçe parmağımla araba kamyom cip bip yapacağım ama neeerdeeeee!!
Türkiye'de satılıyor mudur falan derken, internette bir ilan ile karşılaştım. Heveslendim az biraz ama maşallah pek de bir kıymetliymiş. 4 milyar fiyat biçmiş sahibi. Bakınız ilanı burada; ben alamadım, belki almayı düşünenler olur.

21 Mart 2009 Cumartesi

Kadın Erkek İlişkilerine Retrospektif Bir Bakış

Bugün dışarda dolaşırken yorulunca kahve keyfi yapmaya karar verdim. Vazgeçemediğim fındık şuruplu kahvem elimde, ipod kulağımda otururken, yalnız oturmanın bir getirisi olarak sağı solu izlemeye başladım.



Tam karşımdaki masada da genç bir çift oturuyor. Muhtemelen 16-17 yaşlarındalar, liseden arkadaşlar ve maksimum iki üç haftadır çıkıyorlar. Kızım diyorum izleme, ayıp! Ama çok eğlencelilerdi ve dayanamadım, devam ettim stalkerlığa :)

Önce bizim delikanlı "ben kahve alıp geliyorum" diyerek kalktı masadan. Kız da hemen ardından telefona sarıldı, bir kaç görüşme yaptı, arada çaktırmadan da geliyor mu bizimkisi diye kontrol ediyor. Heh dedim kesin yeni çıkmaya başlamışlar, en yakın kız arkadaşlarına telefon açıp durumu anlatıyor :) Bu arada konuşmalardan duydum, çocuğun ismi Berke imiş. Ama Berke'de Berke şimdi allah için. Tam böyle lisenin popüler çocuğu. Bizim kız da öyle havalı bir tip değil ama çok cici birine benziyor. Yakışmışlar yani, verdim ben onayı:P



Neyse geldi çocuk, bunlar böyle sevgi pıtırcığı şeklindeler. "Aaa yüzüne ne gelmiş bakiyim" bahaneleriyle birbirlerine yaklaşmaktalar, mini tensel temaslar falan. Tam bir karnımda kelebekler uçuşuyor zamanındalar anlayacağınız.

Ama sonra 10 dakika aralıklarla, önce kızın annesi; arkasından tahminimce kızın yakın başka bir kız arkadaşı ve son olarak da aynı okuldan oldukları 4 kişilik bir kız grubu tesadüfen (!!!) onlarla orada karşılaşmış gibi davrandı ve gelip hepsi bunlarla iki çift laf edip gitti. Kız da erkek arkadaşına diyor ki:
"ay bunlar da nereden çıktı, anlamadım"

Çocuk kahve sırasındayken, kız arkadaşlarını arayıp "biz şimdi şurada oturuyoruz, tesadüfen karşılaşmış gibi yapalım" demediyse bana da Cornflake Girl demesinler :) Berke tesadüfü yemiş olabilir ama ben yemem:P :D

Ama ah be kızım, o çocuğa da yazık günah değil mi. Aynı gün içerisinde aile,en yakın kız arkadaş ve 4lü kız arkadaş grubu kombosu yapılır mı hiç! Tamam yakışıklı, sempatik bir çocuk bulmuşun, ilişkinin heyecanı içindesin, gençsin güzelsin, herkes tanışsın bir fikrini beyan etsin istemişin ama tesadüfi karşılaşma kotası günde 1 kontenjanla sınırlıdır, yanlış mıyım sevgili blog okurları :)) Şimdi ki gençler, artık pek rahat canım!!:P

O halde yazım burada sonlana dururken, şu mısra da onlara gitsin

"Gençlik başımda duumaaan, ilk aşkım ilk heeyeecann..."

Evliya Çelebi Çizgi Filmi

Yine nostaljik çağrışımlar yaptığım bir günümdeyim ve yine 80'lere geri dönüyorum.
Bu sefer çağrışımımın sebebi Eliza Doolittle 'in şu yazısında kullandığı Evliya Çelebi başlığı.

TRT'de bir zamanlar Evliya Çelebi diye bir çizgi film vardı. Çelebi, sevgili eşeği Küheylan ile beraber il il, köy köy gezer; maceradan maceraya atılır, o esnada da çocuklara çeşitli öğütler verilirdi hap halinde.

Ama aklımdan asıl çıkmayan ise jeneriğindeki mürekkep dökülme sahnesiydi. O mürekkep dökülür, etraf göl halini alırdı. Ancak Evliya Çelebi, seyahatnamesine tutunup,yoluna devam ederdi. O sırada Evliya Çelebi'nin yüzündeki donuk ifade, huzur ile psikopatlık arasındaki ince çizgide gider gelir; kullanılan müzik ise perili köşk hikayesinin geçtiği herhangi bir korku filmini hatırlatırdı. İşte bu yüzden, her o jeneriği gördüğümde içimi garip bir huzursuzluk kaplardı.

Gel gelelim, bu yazıyı yazarken çizgi filmin herhangi bir sahnesine ait resim arıyordum ve o bahsettiğim jeneriği yerde ararken gökte buldum.

Fark ettim ki, seneler geçince siyah zannettiğim mürekkep maviye; göl ise su birikintisine dönüşmüş.
Yaş ilerledikçe algıdaki değişimlerin sadece görsellikle sınırlı kalmış olması dileğiyle..

18 Mart 2009 Çarşamba

Bir anda..


Herşey tek bir anda oluyor aslında.

Büyük ikramiyenin size çıktığını bir anda öğreniyorsunuz.
Çok sevdiğiniz birinin ölüm haberini bir anda alıyorsunuz.
Doğumgününüzde süüüpriiiizz çığlıkları atılırken,
ışıklar bir anda yanıyor.
Dehşete düştüğünüz bir tiyatro oyununda keşke herşey düzelse derken, ışıklar bir anda sönüyor.
Bazen en umutsuz anınızda tek bir gülüş, tek bir bakış içinizi ısıtıyor bir anda
Bazen de kendiniz dahil herşeyi yıkmak istiyorsunuz ve ölmek arzusuyla doluyorsunuz bir anda

Geriye renkli uçan balonlarını bir anda elinden kaçıran kızın hüznü kalıyor sadece, anlatamıyorsunuz.. "İyice sahip çıksaydın, kaçırmazdın elinden" sesi çınlıyor kulağınızda, duymak istemiyorsunuz..


...
içimde bi şey var bu akşam
beyazlar karardı bir anda
sen orda benim çok dışımda
uzaklar çoğaldı bi anda
...

11 Mart 2009 Çarşamba

Efsanevi nostaljik oyuncaklar

Hayatınızın ilk 10 yılı 1980-1990 arasındaki döneme denk geldiyse, neden bahsettiğimi çok iyi anlayacaksınız : )

Yaklaşık 4 yaş civarındayken, babamın işi dolayısıyla evde bir sürü İngiliz ve Alman reklamlarının olduğu video kasetleri bulunurdu. (hey gidi vhs, beta günleri hey!) Bu kasetlerin bazıları ise sadece lego, playdoh gibi oyuncakların tanıtımlarını içerirdi. Annem de bana yemek yedirebilmek için bu kasetleri videoya koyar, ben büyülenmişçesine ekrana kitlenmişken; istemediğim tüm yemeklerin çoktan mideme inmesini sağlamış olurdu.

O kasetlerde gördüğüm iki oyuncak vardı ki, işte onlar benim için efsaneydi ve değişilmezlerdi.

İşte karşınızda "Playful Penguins"


Şu güzelliğe bakın! Her biri bıkmadan usanmadan tekrar tekrar merdivenleri çıkar, sonra da aşağı usulca kayıverirdi. Penguenleri ilk o zaman sevmiştim, bir de yıllar sonra tek eşli olduklarını öğrendiğimde. Evrim teorisine taş çıkartırcasına; eşi ölen erkek penguenler, bir daha başka bir dişiyle ilgilenmezmiş. Rönesans döneminden kalma romantizm ruhu taşıdıkları yetmezmiş gibi, dişi penguenle beraber kuluçkaya da yatarlarmış. Yani, 'ideal erkek dediğin penguen gibi olur' derse günün birinde bir kız size, hiç alınmayın, iltifat olarak alın benden söylemesi :)

***
İkinci vazgeçilmez diye nitelediğim oyuncak ise "Hungry Hungry Hippos"


O kocaman hantal cüsselerine rağmen, mini minnacık kıllicik kulaklarıyla gözüme pek sempatik görünürlerdi. Hem rengarenk üretmişlerdi her birini. Favorim ise kesinlikle yeşil olandı. Bazen topu kapsalar bile yutamadan ağızlarından dışarı çıkardı, ötekisi kapardı. Eee boşuna dememişler, yemeyenin malını yerler diye.
***
Yemek uğruna bana bu videoları yedirdiler yedirmesine de, sonradan başlarına daha beter iş aldılar. Çünkü 4 yaşındaki bir çocuk bunları görürse ne yapar? Ben de istiyorum diye tutturur. Oyuncaklar o dönemde Türkiye'de var mıdır? Hayır yoktur. Baba iş gezisi için doğuya bile gitse, çocuk bana dönerken hipopotam getir diye sızlanılır. Ama tabii ki sonuç hüsrandır. Bir kaç sene sonra Türkiye'de de bu oyuncaklar satılmaya başlanır ve çocuk, onu ilk gördüğü vitrinin camına vantuzlarını yapıştırır.
Başka kim bilir daha ne oyuncaklar vardı "evladiyelik" ama zihnimde bunlar var şimdilik.

10 Mart 2009 Salı

Her yemekten sonra bir tatlı kaşığı "Hadise"

İnternette az önce karşıma çıkan 30426872. Hadise ve Eurovision konu başlıklı haber yüzünden, bunalıma girdim. Eurovision taaaa mayıs ayındaymış meğer. Allahım sen bize bu işkenceyi 2 ay daha mı çektireceksin!!
Yaklaşık 3-4 aydır, ülkece sanki yarışma ertesi günmüşcesine bir hava içerisindeyiz. Hergün ya televizyonda ya gazetede ya da herhangi bir internet sayfasında kendisiyle karşılaşmaktan sıkıldım. Yıllardan beri devam eden o eurovisiondan hezimetle ayrılma kompleksi nasıl bir türlü aşılamıyorsa artık, medya her gün gazı verdikçe veriyor. Tamam şarkısı çalsın ara ara, dans kareografisinden bahsedilsin, iki programa konuk olsun yetmez mi. Neredeyse Hadise mısır yedi, üstüne su içti gibi haberler yapacaklar.



Zaten şarkı desen, avrupailikle oryantali birleştirelim klişesinin önde koşanı. Sertab Erener, ilk kez böyle bir şey yaptı, orijinaldi, çok beğenildi ama fikrinde suyu çıktı artık. Türkler'in başarısı anca doğu oryantalizminden mi geçiyor yani nedir? Bu mantıkla düşünecek olursak; seneye de Hayko Cepkin, Türkiye'yi temsil etsin, o meşhur çığlıklarını atarken kendisine fonda darbuka eşlik etsin, hemen akabinde "egzotik" güzelliğiyle avrupalıların gözünü kamaştıran modern bir dansöz sahneye atılıversin. Bu mudur?
Bir an evvel mayıs ayı gelsin, Rusya'da bir Türk rüzgarı essin, yeter ki olaylar bu kadar hadise haline getirilmesin.

8 Mart 2009 Pazar

Carrie,Miranda,Samantha ve Charlotte ile 5 çayına gittim, geliyorum


İşte msnime böyle bir ileti yazarak, away olmayı isterdim :) Geç kalınmış sex and the city serüvenimi, geçen haftalar içinde tamamladım. Kaç senelik bu diziyi, hep aradan aradan tv'de denk geldikçe izlemiş, hiç baştan sona oturup seyredememiştim. Böyle uzun sezonlu dizileri arka arkaya izleyince, insan da sanki onlar sizin de arkadaşlarınızmış, hep beraber bir yerlere gidip geziyormuşsunuz hissi uyanıyor. Hani sokakta Carrie'yi görüp bağırsam, "aaaa canıııım naaaber, alışverişe gidiyorum; sen de benle gel" diyecekmiş gibi geliyor :) Ya ne güzel alışmıştım da ben onların kız muhabbetlerine, dedikodularını dinlemeye. Şimdi bitti bütün bölümleri, kaldım öylece.
Sopranos bitince de böyle olmuştu. Onların da aile yemeklerine katılasım gelmişti bir müddet. Ama Sopranos tekin değil tabii, mazallah yemek niyetiyle gidip, kim vurduya gitmek de var. Mafya ile şaka olmaz. Ayrıca o dizide gözüken her kadının 5cm uzunluğunda kırmızı boyalı cadı tırnağı uzatmış olması ön şartını düşünecek olursak, yemek öncesi uğraş dur. Değmez:P
Ama olur da Tony kapımı çalar, başım dertte; şuracıkta saklanayım FBI'dan derse, başımın üzerinde yeri var:P

Neyse boş durmayıp, cips ve kola ikilimi hazırlayayım, sıradaki eski yeni dizim gelsin.

Cornflake Girl (Away) "yeni 'f.r.i.e.n.d.s' lerimle tanışmaya gittim, geliyorum."

AMES (Afili Meslek Erbabı Sendromu)

"Cabin crew take off position"

Bu cümleyi anlamam sanırım bir kaç yılımı aldı!! Buradan tüm pilotlara seslenmek istiyorum. Bilindiği üzere pilotlar; oldukça kaliteli eğitimlerden geçen kültürlü insanlar. Eh tamam anladık mesleğin getirisi olan belli bir karizma durumu var (yiğidi öldür hakkını yeme) Ama boşvermişlik, karizmatiklik de bir yere kadar değil mi a be sevgili pilotlar! Tek bir pilotun bile mi İngilizcesi güzel ve anlaşılır olmaz, hepsi mi korkunç bir aksanla konuşur ve kelimeleri mırıl mırıl, ağızlarının içinde söylerler. Olmaz, olamaz imkansız derler adama. O zaman geriye tek bir açıklama kalır:
"afilli meslek erbabı sendromu"

Bu sendromdan muzdarip kişiler, diplomayı ellerine aldıkları günden itibaren deplasmandaki zorlu bir maçı 3-0 kazanmış futbolcu moduna girerler. Maçta başarılı olduğunun gayet bilincinde olan ve kendisine döndürülecek 38 mikrofonu ön gören maçın favori adamı; yöneltilen sorulara hep böyle bir yarım yamalak, hep bir nefes nefese, mırıl mırıl cevap verir. İşin kötüsü o kadar iyi oynamış ve o anda yorgunluğu gözlerinden o kadar net okunur ki kızamassınız da artistliğine :)
***

İşte bu sendromun, yolcular üzerinde bıraktığı etki yüzünden, yıllar yılı yazımın başında bahsi geçen cümle "kebin kru teiiiyoof poss.." şeklinde kulağıma çalındı. Hoş; biraz mantık, biraz google yardımıyla boşluklar tamamlandı ama gel gelelim bir cümleyi dahi bitirmeye üşenen ingilizce konuşan pilot profilinin gizemi içimde bir uktedir kaldı.
Hele ki o ilk kalkış yapıldıktan sonra ki, donuk bir ses tonu ve vurgu yoksunluğuyla yapılan bilgi verici konuşmalar vardır ya işte şu yükseklikte uçuyoruz, hava sıcaklığı şu kadar gibilerinden. Dikkat edin ingilizce versiyonları daha da kısadır ve pilotta adeta "yaauu şunları da zaten zorunluluktan söylüyorum, bitse de gitsek" şeklinde bir hava vardır. Tam da bu sebepten; gece nöbetinin son dakikalarında, huysuz hasta yakınına dert anlatmaya çalışan veya verdiği reçeteyi acaba kril alfabesiyle mi yazdı diye düşündürten baymış doktor profilini de andırırlar.

İşin özü, bir yanım "ne bu havalar hajı(!)" demek istese de, bir yanım da için için -Burhan karakterinin sosyete hastalığı olarak gördüğü panik atak rahatsızlığına olan sempatisi gibi- "şu sendromu bizzat yaşamak vardı ya" diye imrenir.

Son söz: Doktor civanım, F4 pilotum, Tsubasam; 23 Nisan'da üçünüzden birinin koltuğunda gözüm var. Reçeteler hazırlana, emniyet kemerleri takıla, maçın ilk düdüğü çala dursun!

7 Mart 2009 Cumartesi

"Ben evlendiğim zaman 45 kiloydum.."


İddia ediyorum, her ailedeki kadınların en az biri bu cümleyi sarf etmiştir. Yeri gelir bir anneanne/babaanne evindeki konken/altın günü toplantısındaki teyzeler bundan bahseder. Bazen de "yaş ilerledikçe kilo vermek çok zor canım" muhabbeti esnasında anne/teyze/halalar ve onların muhtelif akranları; gelinliklerinin içine nasıl sığabildiklerini ballandıra ballandıra anlatırlar. Hemen ardından o meşhur cümle gelir:

"Ben evlendiğim zaman 45 kiloydum, böyle sıskacık birşeydim, tabii sonradan aldık kiloları keh keh"

Gelelim hikayemizin kıssadan hissesine:

-Türk kültüründe sıskalık (boyunuz kaç olursa olsun) 45 kilodan geçer
-Evlilik şişmanlığın sebeplerini meşrulaştırır
-Zayıf genç kızları gören 50 yaş üstü nostalji meraklısı kadınların, sanki yapılacak başka bir muhabbet kalmamışçasına, hayatlarında en az bir kez bu duruma vurgu yapmaları farzdır.

Dipnot: Yaptığım gözlemler bu cümleyi sarfeden bayanların, avrupa yakasındaki iffet tarzında olduğunu göstermiştir. : )

4 Mart 2009 Çarşamba

Mutluluk

bir film, bir adam, bir kedi, bir ben..

işte böyle birşey benim istediğim..

21 Şubat 2009 Cumartesi

Çığlık


OCTOBER 24 1988 (SIX DAYS REMAIN)

SCHOOL – PRINCIPAL’S OFFICE

Principal: I’m sorry, Karen, but we don’t think the methods you’ve undertaken here are appropriate.

Karen Pomeroy: With all due respect, sir, what exactly about my methods do you find inappropriate?

Principal: I don’t have time to get into a debate about this Karen. I believe I’ve made myself clear.

SCHOOL – OUTSIDE

Karen Pomeroy: Fuuuuuuuuuuuuuuuuuuuck!


İşte tam şu an, şu dakika, tıpkı Donnie Darko filminde, Drew Barrymoore karakterinin yaptığı gibi sokağa çıkıp sesimin en yüksek tonunda çığlık atmak istiyorum.
Değiştiremediklerime, çaresizliklerime, sabredemediklerime ithafen...

Sonra durmasam, Ruuuuunn Forrest Ruuuuunnnn!!! naraları eşliğinde koşmaya başlasam. Nereye koştuğumu bilmeden, sadece koşsam, gitsem, uzaklaşsam. Duymak istemediğim herşey geride kalsa. Suçladıklarım, suçlandıklarım hepsi birer ufak nokta olsa arkada.

Nefesim tükense yığılıp kalsam yere, düşe dalsam. Sadece uçan balonumun peşinden koşsam.

20 Şubat 2009 Cuma

Nordic Ski Walking

Uyku tutmayan gecelerin sabaha karşısında veya halsizlikten öldüğünüz bir pazar günü; öylece yatağa yığılmış tv karşısında zaping yaparken, trt3 veya eurosport'da yayınlanan abik gubik spor dallarının turnuvalarını veya dünya şampiyonalarını izlemekte karar kılabilirsiniz. İnsanı kesinlikle oyalıyor ve eğlendiriyor, tecrübeyle sabittir.

Dün de nordic ski walking world championship'e denk gelmiş bulundum ve bu sporu yapmaya kalkışan insanların neyin peşinde olduğunu gerçekten çok merak ettim :) Kayak, adı üzerinde kaymak fiilinden türemiştir ve bir miktar kar bulunup, ayağınıza kayak geçirildiğinde bayır aşağı kayılır değil mi! En azından öyle olmasını bekleriz. Ama yoooook! İsterseniz dümdüz yolda, hatta yokuş yukarı, deli gibi kar yağarken kayaklarla 10km boyunca yürümeyi, vücudunuzun en olmayacak yerlerinden kas fışkırtmayı, muhtemelen bel fıtığı olmayı, parkuru tamamladığınızda insan üstü gereksiz bi güç sarfetmiş olmanın bedeli olarak dil dışarda yere yığılmayı göze alıyorsanız, bu yaptığınız işe "nordic ski walking" denecektir; içiniz ferah olsun.
Bir de bu sporun daha da saçmalığa doğru giden bir versiyonu var; tüm bu zorluklara ilaveten; parkurun belli kısımlarında ayağınızda kayaklar, durup bilmem kaç metre öteden tüfekle hedef vuruyorsunuz ve sonra dümdüz yolda ilerlemeye devam ediyorsunuz. Peki ama niye?? Heidi'nin yaşadığı köyde ikamet etsem, yollar kapansa ama çalışkan bir öğrenci olarak her şart altında okula gitmeye kalkışsam ve uzaktan boz bir ayı görsem, kesinlikle kendimi nası koruyacağımı öğrenmiş olabilirim bu spor dalını yaparak, ona hiç bir lafım yok :)



Bir başka garip spor dalı ise -adını bile bilmiyorum maalesef- 4-5 kişilik bir takımın bowling oynarmışçasına elinde bir aleti buzda bırakması ve takım elemanlarından birinin adeta temizlikçi gibi o atılan aletin önünde gidip, yeri durmaksızın silerek kayganlaştırması ve en çabuk sürede finish'e varabilmekten ibaret. Yani bundan daha saçma bir spor icat edilemezdi herhalde! Canınız sıkılıyorsa tabu oynayın, risk oynayın, scrabble oynayın. İlla fiziksel güç sarfedeceğim diyorsanız, efendi gibi sahile çıkın koşun, bisiklete binin. Takım ruhundan vazgeçmem diyorsanız futbol,basket oynayın hatta sualtı rugby'si bile kabulümdür, makbuldur. Ama o streç elbiseleri giyip vileda ile yer siler gibi ne olduğu belirsiz birşeyin önünde koşturmayın :)

Spora teşvik amaçlı, Atatürk'ün söylediği ve aynı zamanda eski bir latin özdeyişi de olan "sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" ifadesini doğru yorumlayalım, herşeyi tadında bırakalım.

3 Şubat 2009 Salı

Zaman geçmez

Günlerin geçmediği, 1 saatin 1 yıl gibi geldiği o psikolojik "zaman geçmez" sendromundan muzdaripken; itinayla kozamı örmek; içine yerleşmek ve en nihayet "zamanın geldiğini" farkettiğim o an, kanatlarımı çırpmak istiyorum yeniden.
Tırtıllar acaba kozalarını örerken, kelebek olacaklarını bilirler mi? Yani etraflarına bir duvar çekip karanlığın içine gömüldüklerinde;korkunç, sessiz bir son uykuya mı yattıklarını zannederler yoksa başka bir formda yeni bir hayatın onları beklediğini bilirler mi?
İkinci bir şansın olduğu fikri, herşeyi daha güzel yapar mı, kim bilir... Belki de tam da bu sebepten daha narinlerdir ikinci hayatlarında, daha tehlikeye açık. Bedelini anca böyle ödeyebilirlermişcesine.. Ya da bedeli en başta ödemişlerdir. Değişmek zorunda olmayı kabul ederek... Tırtıl olarak ölemeyerek...

25 Ocak 2009 Pazar

Gereksiz Detaylar Enstitüsü

Dün, aynı gün içerisinde gıcık olduğum tüm saçma ufak detaylar başıma geldi. İşte hazırlamış olduğum bu gereksiz detaylar listesinin 3 numarasında
* En sevdiğim şarkıyı dinlerken ipod'umun şarjının bitmesi yer alıyor.
Listemizde yavaş yavaş üst sıralara yükselirken 2.sırada
*Otobüste bir başkasının koltukta bıraktığı sıcağın üzerine oturmak fenomeni yer alıyor. (Bu gerçekten tiksindiğim bir durum. Ben mecbur muyum otobüs ağzına kadar dolu diye kalkan kişinin yerine doğru transfer olup, bir başkasına yer açmaya. Hayır bir de yol verip ayakta kalan kişiyi oraya geçmeye teşvik edici jest ve mimikler yapsam da her zaman bu amaç uğrunda muvaffak olduğum söylenemez.
Şimdi de gelelim listenin 1 numarasına
*Mesaj gelmesini beklerken, Turkcell'in envai çeşit bilgilendirme mesajlarıyla karşılaşmak. (Allah Turkcell'e akıl fikir, bizlere sabır versin, amin:D )

Listeye eklemek isteyeceğim bonus materyalim ise çoook eskilerden yarışmamıza katılıyor. *Silgiyle boş bir kağıdı anlamsızca silerek o silgi çöpünü ip gibi uzatabildiğin kadar uzatmaya çalışmak ve hiç ummadığın bir anda kopması!! : ))

gereksiz detaylarınızı paylaşmak ve listeyi uzatmak için comment kutucuğu işinizi görecektir:) Sağlıcakla kalın!

23 Ocak 2009 Cuma

O bir "Rapstar"

Biraz evvel Star Tv'de yeni başlayan "Rapstar" yarışmasını başından sonuna dek izledim ve çok hoşuma gitti. Bu beğenimin arkasında ise rap müzik hayranı olmam yatmıyor. Hatta rap kültürüm Ceza,2pac,Ayben,Eminem ve Sagopa Kajmer gibi bu alanda en tanınmış sanatçıların yine en bilinen şarkılarıyla sınırlı. Ama şu zamana kadar popstar, akademi türkiye, popstar alaturka çeşitlemelerinden sonra, rap dalında hem de Türkiye'de bu formatın denenmesini çok iddalı bir o kadar da başarılı buldum.
Yarışmacıların neredeyse tamamı çok heyecanlıydı ve sözlerin hepsini ezberden okuyamadılar, ama takdir edilmesi gereken bir şey var ki; o da bu tarzdaki diğer yarışmaların katılımcılarının tersine; şarkıların sözlerini kendilerilerinin yazıyor olmaları. Ayrıca özellikle bir kaç yarışmacı öyle bir tutkuyla ve heyecanla söyledi ki şarkılarını, gerçekten kendi içlerindeki duygu yoğunluğunu hissetirebildiler. Arka arkaya bu kadar çok rap şarkısı dinledikten sonra ilk defa farkettim ki, yeri geldiğinde rap müzik insanı acayip gaza getirebileceği kadar bir o kadar da duygulandırabiliyormuş. Hatta bunun bir adım ötesinde -evet itiraf ediyorum- evde kendi kendime (hafif sallanarak) rap müzik söylemeyi denemek istedim : )
Bu itirafın ardından hemen yarışmanın kendisine geri dönelim. Umarım yarışma meşhur "rating" uğruna şu anki halini değiştirmez. Ceza, Fuat, Funky, Sibel Tüzün'den oluşan jüri -her hafta katılacak konuk jüri üyesi de olacakmış, bu hafta Ferhat Göçer vardı- çok başarılı ve yapıcı eleştiriler yaptılar. Üstelik gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla oldukça samimilerdi. Öykü Serter'in sunucu olarak seçilmesi ise on numara bir seçim olmuş kanımca. Madem yarışmayı bu kadar baştan sona takip ettim, en beğendiğim ve diğerlerinden daha farklı söylediklerine inandığım yarışmacıların isimlerini de eklemeliyim bu yazıya ki tam olsun. Adem, Erhan ve Özgüç gerçekten çok güzel söyledi bence.
Haftaya kadar yarışmacılar kendi şarkılarının tamamını ezbere söylemeye çalışırken, bu yazı da okuyucuların %99'nun ezberden söyleyebileceği şu cümlelerle bitsin:
"Cartel bir numara en büyük..Cehennemden çıkan çılgın türk..25 yaşında yüzbinlik araba..Nerden geldi bu para en iyisi sorma...Anlamazsan kafan almaz sorma...Yaşadığın yeri tanımıyon sorma...Hergün savaş caddeler kan...Kan bile kırmızı değil karakan..."

9 Ocak 2009 Cuma

Bir kedim bile yok..


Okulumuzun kedileri meşhurdur. Kumpir bile yeseniz hemen yanıbaşınızda belirirler ve erimiş kaşar peynirli patatesinize dahi talim etmek üzere hazır ola geçerler. Bu sefer bir elimde çayım diğer elimde sigaramla bölümün önünde hocamı beklerken, midi boy bir pisicik kucağıma atlayıverdi. "Kediler nankör olur canım, karnı doydu mu gidiverirler" klişesine taş çıkarırcasına, hiçbir sebep olmaksızın kucağımda kıvrılmayı uygun görmüştü garfield kılıklı ufaklık. Yarım saatlik mırlama eşliğindeki sevgi pıtırcığı halimiz, tez görüşme vaktimin gelmesiyle son buldu. Mecburen kucağımdan bankın soğuğuna terk ederken kendisini, içim burkuldu. Daha fazla peşimden gelmemesi için bacaklarıma dolanarak beni takip edişiyle ilgilenmiyormuş gibi yaptım. Aslında evde beslemeyi bile isteyeceğim kadar sevmiş olmama rağmen, sanki hiç umrumda değilmiş gibi, miyavlamasına aldırmıyormuşcasına arkama bakmadan yürüdüm.
Sonra bazı ilişki bitişlerinin de bundan çok farklı olmadığı takıldı aklıma. İşleri daha da zorlaştırmamak için, aslında deli gibi sevdiğinizi bilirken ve ayaklarınız geri geri gitmek isterken, en iyisinin geriye hiç bakmadan yolunuza devam etmek olduğuna karar verilen anlar geldi aklıma. Ayrılığı kolaylaştırmaya mı çalışıyorduk böylesi zamanlarda, yoksa bir başkasının iyiliğini düşünürmüş ilüzyonu altında kendimizi mi koruma altına alıyorduk? Belki de her ikisinin de bir önemi yoktu, nasılsa farkı yoktu sonların...

Orda bir köy var uzakta..


Geçen hafta Türkiye'nin ufak bir taşra iline gittim. Turistik açıdan "mutlaka görülmesi gerekenler" listesi olan veya ne yiyeceğinizi seçmekte zorlanacağınız kadar çok "yöresel tatları" olan bir mekan değildi. Zannetmeyin ki, "amaaan burada da nasıl yaşanır, neresini sever ki insan bu yörenin" diyenlerdenim. Tam tersine "görmeden dönmeyin" maddelerinin sayılı olduğu şehirlerde bile mutlaka çok hoşuma giden bir sokak, kenarda köşede kalmış ufak bir cafe veya köy kahvaltısı yapılabilecek bir piknik alanı keşfetmeye çalışırım. Bu sefer de aynı inanç ve keşif tutkusuyla güne başlamıştım. Ama sabahtan akşama kadar aralıksız devam eden sağnak yağmur, halledilmesi gereken iş görüşmelerinin uzunluğu ve yol boyunca gördüğüm çarpık kentleşme manzarası yüzünden umudumu yitirmeye başlamıştım. Ne kafama koyduğum gibi etrafı dolaşabilmiş ne de saatlerce yağmurdan dolayı mahsur kaldığım cafe hayalimdeki resme oturabilmişti. Bütün gün boyunca bizi oradan oraya ulaştıran taksi şöförümüz, akşam son olarak havaalanına doğru arabayı sürerken, benim kafamda bu şehrin nesini sevdim sorusu halen cevaplanmamıştı. Fakat yolculuğumun bu son dakikalarında, şöförümüz "ev sahibi olmanın getirdiği o gönüllü misafirperverlik duygusuyla" etrafta gördüğümüz tarlalarda nelerin yetiştiğini, az önce yanından geçtiğimiz meranın kime ait olduğunu, aynı esnada 3 çocuğunu ve onların bizim ellerimizden öptüğünü anlattı içtenlikle. Havaalanına vardığımızda ise ıslanmayalım diye bagajdan çıkardığı şemsiyeyi kendi ıslanırken bizim için tutan, para üstünü kabul etmeyen ve "hadi Allah'a emanet olun hocam" diyerek bizi uğurlayan şöförümüz sayesinde, kafamdaki soru yanıtladı. Bu şehrin keşfi belli ki bir başka sefere kalmıştı ama bu şehrin sahipleriydi sevdiklerim.

4 Ocak 2009 Pazar

How I met Siegfried!

Siegfried vs Nightmare

S: let's do this.. my unforgivable past

(hiyaaa.. haaa... ttyhaaa)
S:You can't stop it..

K.O.!
S:with this, it ends.. our kindship not exist in this world.. not ever again..

3 saat önce..



Yeni yılın ilk cumartesi gecesi, insanı iki sokak ötedeki bakkala dahi gitmeye üşendirecek derecede soğuk ve yağmurlu bir havayla karşılıyor. "Oyun gecesi/film gecesi zirvesi" hemen imdadımızı yetişiyor neyse ki. Xbox'da, trival pursuit'in bir nevi amerikan sineması üzerine kurulu hali olarak düşünülebilecek "scene it" oyununun hevesi sayesinde evden dışarı çıkmamla başlıyor herşey. Ama zamanlamam yeterince başarılı değil. Arkadaşlarımın yanına vardığımda, oyunun çoktan ikinci kez başlatılmış; sinefil Mr. A'nın ise açık ara önde olduğunu görüyorum. Lafı uzatmayacağım çünkü önümüzdeki 1 saat boyunca değişen tek şey sevgili Mr.A'nın kazandığı puan ve galibiyet sayısındaki artış oluyor :)

İşte tam bu noktada Siegfried ile yollarımızın kesişmesine sebep olacak ama bundan o an için haberi olmayan sevgili Cyric'in şu önerisi kulağımıza geliyor: "Soul Calibur mu oynasak bir kaç el?" Mr. C devreye girerek "ya uzun sürer şimdi o, kız sıkılacak sonra" diyor. Oyun hakkında en ufak fikri dahi olmayan ben, oyun bozanlık etmek istemiyor ve "oynayın nolacak ya, seyrederim ben sizi, sıkılmam" diyorum.

(Bu yazıyı okuyan Soul Calibur hayranları "onu nasıl bununla kıyaslarsın" diyecekler ama n'apalım benzettik bir kere.) Oyunun başlamasıyla beraber, ryu ve ken'in "hado ken" nam-ı diğer "aaaaduuuukeeeet" klasiğiyle herkesin aklında minik de olsa bir yer edinmiş Street Fighter geliyor gözümün önüne. Bununla kalsa iyi. Sıkıcı kız oyunlarıyla idare etmek zorunda kaldığım kimi zamanlarda, erkek çocuklarının atari salonlarında bu tip dövüş oyunlarıyla ne kadar eğlendiklerini düşündüğüm çocuk kıskançlığım geliyor aklıma o sırada.

Belki agresyondan alınan o dürtüsel ve kaçınılmaz haz yüzünden, belki oyunun takdir-e şayan görselliğinden, belki de geçmiş kıskançlıkların öcünü alırcasına "ya şunu bir el de ben oynasam" diyerek oyuna dahil oluyorum. Çeşitli karakterlerle oyuna ve tuşların kombinasyonlarına alıştıktan sonra, işte "onunla" karşılaşıyorum". Belki Kuzey Avrupa mitolojisinden fırladığı ve Alman kökenli isminden dolayı, belki babasını öldürdüğü için o çok sevdiğim ödipal teorileri çağrıştığı için ,belki de ironik bir şekilde sırf geçmişteki o sıkıcı kız oyunlardaki Barbie'nin sevgilisi Ken'e benzediği için Siegfried'i çok seviyorum.

Özellikle "The Boss" hakimiyetindeki Cervantes ve Cyric'in kitabını yazdığı Taki karakteriyle olan karşılaşmalarımda "Keeeey, OOoo" cümlesi bol miktarda aleyhimde duyulsa da; hatrı sayılır "elimin tersi ring outları" da kendi haneme yazılıyor. Bu esnadaki neşeme gelince; o, arkasından kimse tutmaksızın iki tekerlekli bisiklete binebildiğini farkeden çocuk sevincinin arasına karışıyor.
Aynı zamanda, Siegfried ise geçmişiyle yüzleşmek üzere Nightmare ile beraber ringe çıkıyor.

S:let's do this.. my unforgivable past
(hiyaaa..haaa..ttyhaa...)
S:You can't stop it
K.O.!
S: with this, it ends.. our kindship not exist in this world.. not ever again..