11 Nisan 2011 Pazartesi

30.İstanbul Film Festivali İzlenimleri Vol.1


Malum 2 Nisan'dan beri ard arda filmler gösterime girip duruyor. Takip edebildiğim kadarıyla izlenimlerimden bir kuple sunmak isterim:

- Pina (Yön:Wim Wenders): Neymiş, bu filmi sevebilmek için Wim Wenders hayranı olmak yetmezmiş, Pina Bausch'u bilmek, sevmek,hatta modern dans aşkıyla yanıp tutuşmak gerekliymiş :) Film öncesinde aklımda microcosmosun büyüleyici görselliği ve buena vista social club belgesinin sürükleyici, eğlenceli anlatımının bütünleştiği bir film hayali varken, 3D çekimlerin göz yormaktan öteye gitmediği ve pina bausch'un kareografilerini bilmediğiniz takdirde takip etmenin zor olacağı bir film ile karşılaştım. Festival izleyicisinin sinemayı film bitmeden terk ettiği genelde az rastlanılır bir durumdur, bu filmden yaklaşık 10 kişinin erken çıktığı detayını da akılda tutmak lazım sanırım değerlendirme yaparken. Filmin iyi tarafı neydi derseniz, pina bausch'un sürreal tarzına uygun sürreal çekimler vardı. Yine Wim Wenders "melankoli" seven bünyesine uygun bir zemin bulmuştu.
(Dip not:Pina Bausch'un beraber çalıştığı topluluktaki her bir dansçı ayrı bir arızaymış onu anladım. O dans topluluğunun halet-i ruhiyesi için ayrı bir konu başlığı açılmaya değer.)

- Some Like it Hot (Yön:Billy Wilder): Eğlenceli,komik,tadından yenmeyen bir film. Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon'ın oynadığı bir filmi, gösterime girdiği ilk tarihten yıllar sonra sinemada izleyebilmiş olmak bambaşka bir keyif.

- Another Year (Yön:Mike Leigh): Türkçeye "Ömrümüzden Bir Sene" diye çevrilen film, gerçekten ömrümden bir sene yedi. Uzun zamandır izlediğim en ağır ilerleyen, keşke gösterim sırasında ara olsaydı diye düşündüğüm bir film çıktı. Evli bir çiftin hayatından kesitler ana temasını mevsimler üzerinden anlatmak teoride kulağa çok hoş gelmiş, ama kanımca pratikte aynı tadı pek verememiştir. Örneğin, filmdeki karakterlerden birinin "I'm thinking" derken yakın plan çekiminin yapılması ve 3 dk. boyunca izleyiciye karakterin düşünme sürecinin izletirilmesi ve ekranın kararması durumu söz konusudur. Henüz bu durumun metaforik göndermesinden keyif alacak kadar sanatsal olamadığım için üzgünüm Mike. Bir başka bahara tekrar buluşalım.

- Rabbit Hole (Yön:John Cameron Mitchell): Sanırım güzel bir filmmiş. Sanırım diyorum zira filmin başlamasına 15 dk. kala gösterimin olduğu sinemayı karıştırmış olduğumu farketmem yüzünden, filmi kaçırdım. Evet itiraf ediyorum, bu şapşallığı yapmayı başardım. Ama bu sayede çok güzel reggae müzikleri dinleyip, daha evvel hiç bilmediğim bir irish pub keşfettim. Bu durumda bana eşlik eden abim "zur" ile geçirdiğimiz cumartesi akşamının izlenimlerini yine bir başka yazıda sizinle

- Never Let Me Go (Yön:Mark Romanek): İzlediğim filmler içerisinde festivalin en iddalı yapımlarından biri. Ergenlik dönemini İngiltere'de aynı yatılı okulda geçiren 3 kişinin ilerleyen yıllarda onları bekleyen bir durumla yüzleşmelerini konu alıyor. Ancak kurgu ve senaryo oldukça çarpıcı ve hiç işlenmemiş bir konuyu ele alıyor. Spoil etmemek için hiçbir ipucu vermiyorum, mutlaka izlenmeli. 2009 yapımı John Hillcoat'ın yönettiği ve Viggo Mortensen'in oynadığı The Road filmini izleyenler varsa, bu filmin sonunda da benzer hislerle sinemadan çıkacaklarını garanti edebilirim.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Salyangoz Havası


Yağmurlu havanın ardı arkası kesilmedikçe, her güne yeni bir avare salyongazla başlayıp, bir başka salyongazla güne veda eder oldum. Oldum olası merak etmişimdir bu hayvanların yağmurla olan derdini. İnsanda ikirciklikli bir hal yaratır bu familya. Bazen sel felaketinden pılını pırtısını toplamış kaçan bir mülteci ruhuna sahip olduklarını düşündürtürler, bazen de deniz görmeyen bir memleketten gelip İstanbul Boğazını görmeye can atan avare turistleri hatırlatırlar bana.

İşte bu kafa karışıklığımın beni harekete geçirmesi üzerine öğrendim ki, vücutlarındaki su oranı çok fazla olan salyangozlar aşırı sıcaklarda kurumamak için kabuklarına çekilip günlerce orada kalırlarmış. Bir yandan da nemli havaya pek düşkünlermiş. Anlayacağınız bugünlerde ortalıklarda dolanmaları yaz aylarında büründükleri o devrimci ruhlarından değil, bilakis sefa pezevengi olmalarındanmış. Eh malum fazla ehli keyif olmak işe yaramaz. Dolayısıyla bu hayvancıklar da kaçınılmaz olarak -her ne kadar Türkiye'de paçayı kurtarsalar da- Avrupa'da kaynar suyla dolu tencerede bitirebiliyorlar ömürlerini.

İsminin sümüklüböcek olduğuna aldanmamak lazım. Doğruyu söylemek gerekirse sofraya yemek olarak geldiğinde epey leziz bir tat bırakır damakta. Rahatlıkla pesto soslu, bol tereyağlı kalamara benzetilebilir. İçimde inceden filiz vermeye çalışan Vedat Milor'u bir başka yazıda tartışırız ama size tavsiyem görüntüleri korkutmasın, birgün tadına bakın. :)

28 Mart 2011 Pazartesi

Les Clés de Fort Boyard!

Hiç Fransızca bilgim olmamasına rağmen,bazen dönemsel olarak fransızca anlayabildiğim hissine kapılmışımdır. :) Günümüzden geçmişe doğru gidecek olursak, zaman zaman katıldığım psikanaliz konferanslarında ve arkadaşlarımla uno isimli kağıt oyununu oynarken sanki anlıyormuşçasına güldüğüm,kem küm ettiğim anlar olmuştur. Ama asıl bu his ilk defa kendini ne zaman gösterdi derseniz,yaklaşık 15 sene geriye gitmek gerekiyor.

O zamanlar TV5 Monde kanalında bir yarışma vardı. Kendimce "mükemmel şatodaki yarışma" diye aklıma kazıdığım programın orjinal isminin "Les Clés de Fort Boyard" olduğunu keşfetmem ise elbetteki yıllarımı aldı! O programda yarışmacı olmak için can attığımı, Türkiye'de aynı program çekilse mekan olarak neresinin uygun olacağını, hangi bölümlerde zorlanıp hangilerini geçebileceğimi sanırım her seferinde hayal edip dururdum. Yarışmacılarla tıpkı aynı ekipteymişim gibi; onlar altına biraz daha yaklaştıkça ben de heycanlanır, gözetleme kulesindeki gandalf amcaya ziyarete gittiklerinde fransızca bilmediğime hayıflanırdım. Ama en çok da ya "the bungee jump" yada "the cable cycle" bölümü bana gelse keyif alacağımı, börtü böceğin arasından anahtar bulma bölümünü ise öldürseler başaramayacağımı düşünürdüm. (Bkz:Bölüm Detayları)

Geçtiğimiz günlerde öğrendim ki, 2009 yılında fox tv bu yarışmayı Türkiye'ye uyarlamış ama akıbetinin ne olduğuna dair hiç bir fikrim yok. Büyük ihtimalle Acun'un Survivor'ından öteye gidememiştir diyorum.

İnsanın kendisini adventure oyunlarının baş karakteri gibi hissedebileceği tek uyarlamanın hiç rakibsiz halen Fort Boyard olduğunu düşünüyorum ve bu video, benim gibi bu yarışmayı sevenler ve özleyenler için gelsin diyorum :))

25 Mart 2011 Cuma

Rötar, Doğru zaman ya da Tesadüf !

Uzun zaman ara verdikten sonra yeniden mesleğini icra etmeye başlayan ya da sakatlığı sebebiyle ara verdiği spora geri dönen insanlar gibi "nerede kalmıştık" düşüncesiyle blogumun tozlu (!) kayıtlarını tıklayıp durdum dün gece. Hangi tarihte ne anlatmışım kendime ve size diye düşünürken, gazetelerdeki "tarihte bugün ne oldu?" edasına bürünmüşüm meğer. Sonra 3 Ocak 2009 tarihli yazımla karşılaşınca ve o gün yaptıklarımı düşününce 3 Ocak 2010'nun sanki bir önceki senenin upgrade edilmiş bir versiyonu olduğunu farkettim. Nasıl mı oldu? O zaman önce şu videoyu izleyin




Sliding Doors her zaman favori filmlerimden biri olmuştur. Hayattaki rötarlar, zamanlamalar, tesadüfler üzerine tekrar tekrar düşündürür beni. Sanırım bundan 2 sene önce - 3 ocak 2009-'da metroyu kaçırmış biriyim hem de tam filmde olduğu gibi bi kaç saniye ile. Bahsettiğim yazımda; çok sevdiğim "sinefil Mr.A" diye isimlendirdiğim arkadaşımı; bir yılbaşı sonrası filmler hakkında yapılmış bir oyunu oynamamız üzerinden anlatmışım size. İşte o anı yazıya döküldükten çok değil 1 sene sonra tam da aynı gün ve yine bir yılbaşı sonrası sinefil Mr. A' yı Soul Kitchen filmini izlemeye davet ederken bulmuşum. Şimdi geldik 2011'e ve o çok sevdiğim sinefil arkadaşım son 1 senedir sadece arkadaşım değil, gerçekten o "sevgili" bir insan :) 2009'da kaçırdığım bir metro olsa da, sanırım 2010'da aynı asansörde küpemi düşürdüğüm için şanslıyım. Hayat hep böyle midir, puzzle'ın parçaları eninde sonunda tamamlanır mı bilmiyorum ama yolların bir şekilde tekrar tekrar kesiştiği kesin. O halde rötarlar işe yarar mı, doğru zamanın mı gelmesi gerekir yoksa herşey basit bir tesadüf müdür işte bütün mesele bu!!

24 Mart 2011 Perşembe

Ce-eee!!

Kendim bile şaşırdım kaldım. Neredeyse 1.5 sene olacak, hiç birşey yazmamışım şuraya.Sırf melankolik havamdan sıyrıldım diye ve iş temposu yoğunlaştı diye, gelen ilham perimi sürekli kışkışlamışım. Artık kendisini tekrar sevgiyle kucaklamaya hazırım, duyurulur :D

9 Kasım 2009 Pazartesi

Facebooktan öneriler

Sevgili Facebook;

Suya sabuna dokunmayan, mütevazi ve naif suggestionlarda bulunduğun günleri özlüyorum..
Bir kime mesaj atmam gerektiğine karışmadığın kalmıştı, o da oldu.
Sanırım ilişkimize biraz ara versek iyi olacak.

İmza:
Bir dost

19 Ekim 2009 Pazartesi

Amores Perros ruhun gıdasıdır!

Dün yazdığım reçete hiç işe yaramadı. Ne gökten piyano düştü, ne o sevgili cin ali ile karşılaştım. Üstelik bu hayalkırıklığı (!) yetmezmiş gibi, 31.avrasya maratonunun olduğunu tamamen unuttuğum için, Boğaz Köprüsü'nün trafiğe kapandığını son dakikada öğrendim. B planı olmayan safkan Amerikalılar gibi ne yapacağını bilmez bakışlar içinde etrafa bakındıktan sonra, deniz otobüsü çözümünü bulsam dahi tam 1.5 saat gecikmeyle hastaneye varabildim.


Kulağımda müzik, o hışımla sokakta yürürken, dinlediğim bir şarkı imdadıma yetişti neyse ki.. Amores Perros filminin soundtrack'i olan bir şarkı var. Control Machete'nin Ely Guerra ile beraber yaptığı bir düet. Latin rap demek yanlış olmaz sanırım tarzları için. (Şarkıyı dinlemek isteyen parmak kaldırsın!)


Sözleri baştan sona anlamasam da; solistin şarkıyı içten söyleyişi mi, yoksa Amores Perros filmini çok severek izlediğim için mi yada o anki ruh halimden dolayı mıdır bilmiyorum ama öyle iyi geldi ki..

Bir anda kalabalığın içinde hem hırçın ama bir o kadar da umursamaz bir şekilde yoluma devam etmeme sebep oldu. Özellikle erkek vokalin girdiği kısımlarda "kahpe felek" isyanı vardı içimde, son dönemde yaşadığım sıkıntılı şeyler o esnada aklımdan geçerken. Ama aynı zamanda kadın vokal kendini belli ettikçe de "tüm bunların bir anlamı olmalı, herşey çok güzel olacak" umudu yeşerdi inceden.

Sanırım, yarın gün yine bu şarkıyla başlayacak benim için.