Geçen hafta Türkiye'nin ufak bir taşra iline gittim. Turistik açıdan "mutlaka görülmesi gerekenler" listesi olan veya ne yiyeceğinizi seçmekte zorlanacağınız kadar çok "yöresel tatları" olan bir mekan değildi. Zannetmeyin ki, "amaaan burada da nasıl yaşanır, neresini sever ki insan bu yörenin" diyenlerdenim. Tam tersine "görmeden dönmeyin" maddelerinin sayılı olduğu şehirlerde bile mutlaka çok hoşuma giden bir sokak, kenarda köşede kalmış ufak bir cafe veya köy kahvaltısı yapılabilecek bir piknik alanı keşfetmeye çalışırım. Bu sefer de aynı inanç ve keşif tutkusuyla güne başlamıştım. Ama sabahtan akşama kadar aralıksız devam eden sağnak yağmur, halledilmesi gereken iş görüşmelerinin uzunluğu ve yol boyunca gördüğüm çarpık kentleşme manzarası yüzünden umudumu yitirmeye başlamıştım. Ne kafama koyduğum gibi etrafı dolaşabilmiş ne de saatlerce yağmurdan dolayı mahsur kaldığım cafe hayalimdeki resme oturabilmişti. Bütün gün boyunca bizi oradan oraya ulaştıran taksi şöförümüz, akşam son olarak havaalanına doğru arabayı sürerken, benim kafamda bu şehrin nesini sevdim sorusu halen cevaplanmamıştı. Fakat yolculuğumun bu son dakikalarında, şöförümüz "ev sahibi olmanın getirdiği o gönüllü misafirperverlik duygusuyla" etrafta gördüğümüz tarlalarda nelerin yetiştiğini, az önce yanından geçtiğimiz meranın kime ait olduğunu, aynı esnada 3 çocuğunu ve onların bizim ellerimizden öptüğünü anlattı içtenlikle. Havaalanına vardığımızda ise ıslanmayalım diye bagajdan çıkardığı şemsiyeyi kendi ıslanırken bizim için tutan, para üstünü kabul etmeyen ve "hadi Allah'a emanet olun hocam" diyerek bizi uğurlayan şöförümüz sayesinde, kafamdaki soru yanıtladı. Bu şehrin keşfi belli ki bir başka sefere kalmıştı ama bu şehrin sahipleriydi sevdiklerim.
Her Şey Yerli Yerinde
3 ay önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder