31 Mart 2009 Salı

Sobelendim,mimlendim Vol.1

Dimple'ın mimlemesi üzerine "Ben" hakkında birşeyler söylemem gerekiyor. Bu vesileyle de ilk mimimiz vatana millete hayırlı olsun diyor, başlıyorum :)

Ben de bir ben vardır benden içeri:

  • Çocukluğa dair şeyler anlatmaya delicesine bayılır.
  • Vintage bir mağaza açıp, satacağı her objeyi önce kendisi kullanmak ister.
  • Road Runner'da Çakal Coyote'nin her seferinde kaybetmesinden nefret eder
  • Güzel bir sesi olmamasına çok hayıflanır, ama ona rağmen Rockband oynamaktan vazgeçemez
  • Sonsuza kadar seyahat etmek ister ve yeni gittiği yerlerde tamamen rastgele cafeler keşfetmeyi sever.
  • Kartpostal manyağıdır.
  • Sabırsızdır, beklemeye asla dayanamaz.
  • Makyaj yapmaktan hiç haz etmez, göz kalemi ve rimeliyle yetinir
  • Bol keseden harcama yapma lüksü olduğunda, mutlaka concon bir kokteyl içer
  • 1950'li yıllarda yaşamış eski dönem avrupa kadınına bayılır.

Ben de mimi devam ettiriyor ve I am not your freud ve Eliza Doolittle 'ı mimliyorum. Haydi kızlar yazı başına :)

30 Mart 2009 Pazartesi

Son çağrı


Bazen ilişkilerin de sigortası olsun istiyorum. Nasıl ki ev aletleri tehlike arz eden bir durum oluşturduğunda sigorta atıyorsa; bizim de beynimizin içinde bir şalter atsa bir anda.

veya danışmadan çağrılsak..

veya acilen uçağa binmemiz gerektiğini gösteren Last Call yazısı belirse gözümüzün önünde, uyansak uykudan.
***

(Breaking and Entering filmi, açılış sahnesi. Bir çift arabada oturur; her ikisi de camdan dışarı bakar, sonra bir an yüzleri birbirlerine doğru döner ve iç çekerler)

Will Francis: When do you stop looking at each other? Shouldn't there be a warning? Shouldn't somebody say to us: "Hey, watch out, pay attention?" Because you can be thinking : "I'm okay, we're okay, we're good.." Then you turn around and a distance between you...

Can Dündar'ın gözünden seçim sonuçları

Can Dündar, seçim sonuçları hakkında öyle güzel bir yorum yapmış ki, paylaşmak istedim kendisinin bugün milliyet gazetesinde yer alan yazısını

(bkz: Bi daha da gitmem seçime!)

Seçim Bilançosu vs. Risk

Seçim sonuçlarını, bir partiden aday olmuş üye titizliği ve heyecanıyla takip ettim. Hatta öyle ki, sonuçları arkadaşlarla gittiğimiz bir cafede Dünya Kupası Almanya-Türkiye maçını izler gibi takip ettik.

Gerek televizyondan gerek internetten olsun, takip ettiğim kaynak ntv oldu.
Gözümün önünden gitmeyen ise ntv'nin itinayla hazırlamış olduğu harita ve partilerin bölgelere nasıl dağıldığını rengarenk bir şekilde gösterişi. Tüm akşam boyunca kendimi Risk oynuyormuşum gibi hissettim.

Gelin iki resim arasındaki benzerlikleri hep beraber bulalım :)



Özellikle İstanbul Büyükşehir'de (büyük şehir neden ayrı yazılmıyor? Bu merakımı da yeri gelmişken, dip not olarak geçmek isterim) AKP mi CHP mi kazanacak üzerinden Türkiye genelindeki sonuçlar hakkında yapılan tartışma ve değişimler; Risk oyunundaki "Avustralya'yı alan, oyunu kazanır" mitini hatırlattı bana.

AKP'nin sarı pulları arttıkça, ya şu piyadeleri kaldıralım da topçuları yerleştirelim şuraya hissini yarattı. Özellikle sahil şeritlerinin CHP tarafından alınmış olması ise Orta Asya'ya sahip olan takımı ne taraftan nasıl çevrelersek, yenerim acaba taktiğini anımsattı.

Eh tabii ki hem oyunun hem sonuçların sabaha kadar sürmüş olması benzerliğinden bahsetmeme gerek bile yok sanırım.

Arada YSK'da elektriklerin kesilmesini ve server'ın çökmesinden ötürü veri girişinin sekteye uğramasını ise, oyunun ortasında "arkadaşlar hesabı kapatıyoruz, son bir isteğiniz var mı" diyerek yanımıza gelen garsonun hevesimizi kursağımızda bırakmasıyla özdeşleştirir, yazıma son noktamı koyarım. :)

26 Mart 2009 Perşembe

Seçim öncesi taksi diyalogları

29 Mart gelsin ve artık oylarımızı kullanalım, ne olacaksa olsun. 1 aydır bindiğim tüm taksilerde
istisnasız seçim konusuna kıyısından köşesinden bulaşmaktan sıkıldım.

Bazen farklı kişilerle bu konular üzerine tartışmak keyifli oluyor ama zaman zaman bazı taksi şöförleri acayip ısrarcı çıkıyor. Uykulu oluyosunuz, konuşmak içinizden gelmiyor veya görüş bildirmek istemiyorsunuz, ama yok sordukça soruyorlar.


Tüm bu konuşmaları şöyle bir kafamda toparlayınca, 5 farklı profil çıkardım, bakınız elimizde şimdilik neler var:

Konuya yumuşak giriş yapan profil: Eee seçimler de yaklaşıyor, ne düşünüyorsunuz?

Umudunu yitirmiş profil: Kim başa gelirse gelsin, Türkiye adam olmaz, bak gelmişim kaç yaşıma, yıllardır aynı şey, değişen hiçbirşey yok.

Büyük şehir çalışıyor sloganını benimsemiş profil: Valla bu hükümet çok iyi işler yaptı, her tarafı güzelleştirdiler. Baksanıza şimdi metrobüs de yaptılar, metro inşaa ediyolar, uğraşıyor adamlar

Toplum ve çevre bilincine karşı duyarlı profil: Yaaa şu seçimler için kağıttı, ilandı yapılan masraflarla fakirler doyurulurdu. Hem israf hem görüntü kirliliği.

İdolü Aziz Nesin olan profil: Ablam, ben size bir şey diyim mi. Aslında bu halka herşey müstahak. Halkın %90'nı aptal olursa, olacağı da budur işte.

Şahsen favorim, sonuncu profil. Bakalım seçim sonrası diyaloglar nasıl şekillenecek, merakla beklemedeyim.

Herşeyi al, bana aksanımı geri ver


- Freud'a Fransız ekolünden gelenlerin Fröyd

-Volkswagen'a Alman ekolünden gelenlerin Folksvagın

-Titanic'e Amerikan ekolünden gelenlerin Taytanik

-Tortilla'ya İspanyol ekolünden gelenlerin Tortiya

demelerinin hastasıyım. İçlerinden bir tanesini ben de zaman zaman yapmaktayım, kabul ediyorum. Ancaaaaakk "o öyle söylenmez, böyle söylenir" diyerek telaffuzu düzelten pek bilmişler yok mu!!! Aksanlarınızı yerim ben sizin.

Bir de konuyla ilişkili olarak;

- Ich möchte şiş köfte

- Qu'est ce que c'est, kes kafanı koy kümese

esprilerini hala yılların eskitemediğine inanan ve gülenlere ise allahtan akıl ve fikir diliyorum :)

25 Mart 2009 Çarşamba

İntihar üzerine


Dün gazetede, Slyvia Plath'in oğlu Nicholas Huges'un intihar ettiği haberini okudum. Anlatılana göre, 47 yaşındaymış, Alaska'da yaşıyormuş. Uzun süredir depresyondaymış ve kendini asarak öldürmüş.

Çok sevdiğim şairlerden olan Slyvia Plath'in günlüklerinde, blogumdaki ilk yazımda belirttiğim gibi beni çok etkileyen bir cümlesi yer alır : "keşke sahip olduğumuz hayatları elbiseler gibi giyip çıkartabilsek, böylece hangi hayatın bize daha çok yakıştığını görebilirdik"

Görünen o ki; Nicholas da, kendi elbisesinin üzerine yeterince yakışmadığını, kirlendiğini parçalandığını ve asla gözüne güzel görünemeyeceğini düşünmüş olmalı ki; onu üzerinden çıkartmak isteğiyle dolup, tıpkı annesi gibi kendisini kaplayan örtünün içinden sonsuza dek sıyrılmaya karar verdi.

Gazetelerin, en arka sayfalarında yer alan, "intihar yoksa genetik mi?" tartışmaları bir yana dursun; peki ya Nicholas'ın 1 yaşındayken kendisini öldüren annesine karşı duyduğu olası bilinç dışındaki suçluluk duygusunun yeri ne olacak? Öyle yada böyle, 47 yıllık elbise çıkarıldı, geçmişin hesabı kapatıldı.
O halde, Slyvia Plath'in oğlunun ruhuna el fatiha...


23 Mart 2009 Pazartesi

Pigmelerin En Güzeli: Cep Maymunu

Satın alacağım evcil hayvan listemde son sırada maymun gelir. Her ne kadar Darwin Amca'ya göre, kökenlerimiz maymuna dayansa da, hiç haz edemedim şu hayvanlardan.
İsterse zekiliğin kitabını yazmış olsunlar, o şapşal surat ifadesi ve her tarafı kıllarla kaplı küçük bi çocuğun boynunuza atlaması hissiyle baş edebileceğimi hiç zannetmiyorum.
Ama bu meretin de cinsleri var tabii. Bir tanıdığım sayesinde "Pygmy Marmoset" diye bir türün olduğunu keşfettim. Halk arasındaki söylenişiyle nam-ı diğer "finger monkey". Adı üstünde parmak boyutunda, minnacık bir şey. İster papağan misali omzuna koy, istersen cebinde taşı, samimiyeti arttırınca parmağına dola, maskot diye yanında gezdir.

Kendisi evcil hayvan top ten'inimde işte bu sempatikliğiyle ani bir çıkışla 1.sıraya kadar yükseldi. Hep kül rengi bir kedim olsun isterdim, şimdi kül renkli marmoset beslemek istiyorum. Ah bir benim olsa, "pigmelerin en güzeli; maymun yavrukuşu" diye seveceğim göbeğine serçe parmağımla araba kamyom cip bip yapacağım ama neeerdeeeee!!
Türkiye'de satılıyor mudur falan derken, internette bir ilan ile karşılaştım. Heveslendim az biraz ama maşallah pek de bir kıymetliymiş. 4 milyar fiyat biçmiş sahibi. Bakınız ilanı burada; ben alamadım, belki almayı düşünenler olur.

21 Mart 2009 Cumartesi

Kadın Erkek İlişkilerine Retrospektif Bir Bakış

Bugün dışarda dolaşırken yorulunca kahve keyfi yapmaya karar verdim. Vazgeçemediğim fındık şuruplu kahvem elimde, ipod kulağımda otururken, yalnız oturmanın bir getirisi olarak sağı solu izlemeye başladım.



Tam karşımdaki masada da genç bir çift oturuyor. Muhtemelen 16-17 yaşlarındalar, liseden arkadaşlar ve maksimum iki üç haftadır çıkıyorlar. Kızım diyorum izleme, ayıp! Ama çok eğlencelilerdi ve dayanamadım, devam ettim stalkerlığa :)

Önce bizim delikanlı "ben kahve alıp geliyorum" diyerek kalktı masadan. Kız da hemen ardından telefona sarıldı, bir kaç görüşme yaptı, arada çaktırmadan da geliyor mu bizimkisi diye kontrol ediyor. Heh dedim kesin yeni çıkmaya başlamışlar, en yakın kız arkadaşlarına telefon açıp durumu anlatıyor :) Bu arada konuşmalardan duydum, çocuğun ismi Berke imiş. Ama Berke'de Berke şimdi allah için. Tam böyle lisenin popüler çocuğu. Bizim kız da öyle havalı bir tip değil ama çok cici birine benziyor. Yakışmışlar yani, verdim ben onayı:P



Neyse geldi çocuk, bunlar böyle sevgi pıtırcığı şeklindeler. "Aaa yüzüne ne gelmiş bakiyim" bahaneleriyle birbirlerine yaklaşmaktalar, mini tensel temaslar falan. Tam bir karnımda kelebekler uçuşuyor zamanındalar anlayacağınız.

Ama sonra 10 dakika aralıklarla, önce kızın annesi; arkasından tahminimce kızın yakın başka bir kız arkadaşı ve son olarak da aynı okuldan oldukları 4 kişilik bir kız grubu tesadüfen (!!!) onlarla orada karşılaşmış gibi davrandı ve gelip hepsi bunlarla iki çift laf edip gitti. Kız da erkek arkadaşına diyor ki:
"ay bunlar da nereden çıktı, anlamadım"

Çocuk kahve sırasındayken, kız arkadaşlarını arayıp "biz şimdi şurada oturuyoruz, tesadüfen karşılaşmış gibi yapalım" demediyse bana da Cornflake Girl demesinler :) Berke tesadüfü yemiş olabilir ama ben yemem:P :D

Ama ah be kızım, o çocuğa da yazık günah değil mi. Aynı gün içerisinde aile,en yakın kız arkadaş ve 4lü kız arkadaş grubu kombosu yapılır mı hiç! Tamam yakışıklı, sempatik bir çocuk bulmuşun, ilişkinin heyecanı içindesin, gençsin güzelsin, herkes tanışsın bir fikrini beyan etsin istemişin ama tesadüfi karşılaşma kotası günde 1 kontenjanla sınırlıdır, yanlış mıyım sevgili blog okurları :)) Şimdi ki gençler, artık pek rahat canım!!:P

O halde yazım burada sonlana dururken, şu mısra da onlara gitsin

"Gençlik başımda duumaaan, ilk aşkım ilk heeyeecann..."

Evliya Çelebi Çizgi Filmi

Yine nostaljik çağrışımlar yaptığım bir günümdeyim ve yine 80'lere geri dönüyorum.
Bu sefer çağrışımımın sebebi Eliza Doolittle 'in şu yazısında kullandığı Evliya Çelebi başlığı.

TRT'de bir zamanlar Evliya Çelebi diye bir çizgi film vardı. Çelebi, sevgili eşeği Küheylan ile beraber il il, köy köy gezer; maceradan maceraya atılır, o esnada da çocuklara çeşitli öğütler verilirdi hap halinde.

Ama aklımdan asıl çıkmayan ise jeneriğindeki mürekkep dökülme sahnesiydi. O mürekkep dökülür, etraf göl halini alırdı. Ancak Evliya Çelebi, seyahatnamesine tutunup,yoluna devam ederdi. O sırada Evliya Çelebi'nin yüzündeki donuk ifade, huzur ile psikopatlık arasındaki ince çizgide gider gelir; kullanılan müzik ise perili köşk hikayesinin geçtiği herhangi bir korku filmini hatırlatırdı. İşte bu yüzden, her o jeneriği gördüğümde içimi garip bir huzursuzluk kaplardı.

Gel gelelim, bu yazıyı yazarken çizgi filmin herhangi bir sahnesine ait resim arıyordum ve o bahsettiğim jeneriği yerde ararken gökte buldum.

Fark ettim ki, seneler geçince siyah zannettiğim mürekkep maviye; göl ise su birikintisine dönüşmüş.
Yaş ilerledikçe algıdaki değişimlerin sadece görsellikle sınırlı kalmış olması dileğiyle..

18 Mart 2009 Çarşamba

Bir anda..


Herşey tek bir anda oluyor aslında.

Büyük ikramiyenin size çıktığını bir anda öğreniyorsunuz.
Çok sevdiğiniz birinin ölüm haberini bir anda alıyorsunuz.
Doğumgününüzde süüüpriiiizz çığlıkları atılırken,
ışıklar bir anda yanıyor.
Dehşete düştüğünüz bir tiyatro oyununda keşke herşey düzelse derken, ışıklar bir anda sönüyor.
Bazen en umutsuz anınızda tek bir gülüş, tek bir bakış içinizi ısıtıyor bir anda
Bazen de kendiniz dahil herşeyi yıkmak istiyorsunuz ve ölmek arzusuyla doluyorsunuz bir anda

Geriye renkli uçan balonlarını bir anda elinden kaçıran kızın hüznü kalıyor sadece, anlatamıyorsunuz.. "İyice sahip çıksaydın, kaçırmazdın elinden" sesi çınlıyor kulağınızda, duymak istemiyorsunuz..


...
içimde bi şey var bu akşam
beyazlar karardı bir anda
sen orda benim çok dışımda
uzaklar çoğaldı bi anda
...

11 Mart 2009 Çarşamba

Efsanevi nostaljik oyuncaklar

Hayatınızın ilk 10 yılı 1980-1990 arasındaki döneme denk geldiyse, neden bahsettiğimi çok iyi anlayacaksınız : )

Yaklaşık 4 yaş civarındayken, babamın işi dolayısıyla evde bir sürü İngiliz ve Alman reklamlarının olduğu video kasetleri bulunurdu. (hey gidi vhs, beta günleri hey!) Bu kasetlerin bazıları ise sadece lego, playdoh gibi oyuncakların tanıtımlarını içerirdi. Annem de bana yemek yedirebilmek için bu kasetleri videoya koyar, ben büyülenmişçesine ekrana kitlenmişken; istemediğim tüm yemeklerin çoktan mideme inmesini sağlamış olurdu.

O kasetlerde gördüğüm iki oyuncak vardı ki, işte onlar benim için efsaneydi ve değişilmezlerdi.

İşte karşınızda "Playful Penguins"


Şu güzelliğe bakın! Her biri bıkmadan usanmadan tekrar tekrar merdivenleri çıkar, sonra da aşağı usulca kayıverirdi. Penguenleri ilk o zaman sevmiştim, bir de yıllar sonra tek eşli olduklarını öğrendiğimde. Evrim teorisine taş çıkartırcasına; eşi ölen erkek penguenler, bir daha başka bir dişiyle ilgilenmezmiş. Rönesans döneminden kalma romantizm ruhu taşıdıkları yetmezmiş gibi, dişi penguenle beraber kuluçkaya da yatarlarmış. Yani, 'ideal erkek dediğin penguen gibi olur' derse günün birinde bir kız size, hiç alınmayın, iltifat olarak alın benden söylemesi :)

***
İkinci vazgeçilmez diye nitelediğim oyuncak ise "Hungry Hungry Hippos"


O kocaman hantal cüsselerine rağmen, mini minnacık kıllicik kulaklarıyla gözüme pek sempatik görünürlerdi. Hem rengarenk üretmişlerdi her birini. Favorim ise kesinlikle yeşil olandı. Bazen topu kapsalar bile yutamadan ağızlarından dışarı çıkardı, ötekisi kapardı. Eee boşuna dememişler, yemeyenin malını yerler diye.
***
Yemek uğruna bana bu videoları yedirdiler yedirmesine de, sonradan başlarına daha beter iş aldılar. Çünkü 4 yaşındaki bir çocuk bunları görürse ne yapar? Ben de istiyorum diye tutturur. Oyuncaklar o dönemde Türkiye'de var mıdır? Hayır yoktur. Baba iş gezisi için doğuya bile gitse, çocuk bana dönerken hipopotam getir diye sızlanılır. Ama tabii ki sonuç hüsrandır. Bir kaç sene sonra Türkiye'de de bu oyuncaklar satılmaya başlanır ve çocuk, onu ilk gördüğü vitrinin camına vantuzlarını yapıştırır.
Başka kim bilir daha ne oyuncaklar vardı "evladiyelik" ama zihnimde bunlar var şimdilik.

10 Mart 2009 Salı

Her yemekten sonra bir tatlı kaşığı "Hadise"

İnternette az önce karşıma çıkan 30426872. Hadise ve Eurovision konu başlıklı haber yüzünden, bunalıma girdim. Eurovision taaaa mayıs ayındaymış meğer. Allahım sen bize bu işkenceyi 2 ay daha mı çektireceksin!!
Yaklaşık 3-4 aydır, ülkece sanki yarışma ertesi günmüşcesine bir hava içerisindeyiz. Hergün ya televizyonda ya gazetede ya da herhangi bir internet sayfasında kendisiyle karşılaşmaktan sıkıldım. Yıllardan beri devam eden o eurovisiondan hezimetle ayrılma kompleksi nasıl bir türlü aşılamıyorsa artık, medya her gün gazı verdikçe veriyor. Tamam şarkısı çalsın ara ara, dans kareografisinden bahsedilsin, iki programa konuk olsun yetmez mi. Neredeyse Hadise mısır yedi, üstüne su içti gibi haberler yapacaklar.



Zaten şarkı desen, avrupailikle oryantali birleştirelim klişesinin önde koşanı. Sertab Erener, ilk kez böyle bir şey yaptı, orijinaldi, çok beğenildi ama fikrinde suyu çıktı artık. Türkler'in başarısı anca doğu oryantalizminden mi geçiyor yani nedir? Bu mantıkla düşünecek olursak; seneye de Hayko Cepkin, Türkiye'yi temsil etsin, o meşhur çığlıklarını atarken kendisine fonda darbuka eşlik etsin, hemen akabinde "egzotik" güzelliğiyle avrupalıların gözünü kamaştıran modern bir dansöz sahneye atılıversin. Bu mudur?
Bir an evvel mayıs ayı gelsin, Rusya'da bir Türk rüzgarı essin, yeter ki olaylar bu kadar hadise haline getirilmesin.

8 Mart 2009 Pazar

Carrie,Miranda,Samantha ve Charlotte ile 5 çayına gittim, geliyorum


İşte msnime böyle bir ileti yazarak, away olmayı isterdim :) Geç kalınmış sex and the city serüvenimi, geçen haftalar içinde tamamladım. Kaç senelik bu diziyi, hep aradan aradan tv'de denk geldikçe izlemiş, hiç baştan sona oturup seyredememiştim. Böyle uzun sezonlu dizileri arka arkaya izleyince, insan da sanki onlar sizin de arkadaşlarınızmış, hep beraber bir yerlere gidip geziyormuşsunuz hissi uyanıyor. Hani sokakta Carrie'yi görüp bağırsam, "aaaa canıııım naaaber, alışverişe gidiyorum; sen de benle gel" diyecekmiş gibi geliyor :) Ya ne güzel alışmıştım da ben onların kız muhabbetlerine, dedikodularını dinlemeye. Şimdi bitti bütün bölümleri, kaldım öylece.
Sopranos bitince de böyle olmuştu. Onların da aile yemeklerine katılasım gelmişti bir müddet. Ama Sopranos tekin değil tabii, mazallah yemek niyetiyle gidip, kim vurduya gitmek de var. Mafya ile şaka olmaz. Ayrıca o dizide gözüken her kadının 5cm uzunluğunda kırmızı boyalı cadı tırnağı uzatmış olması ön şartını düşünecek olursak, yemek öncesi uğraş dur. Değmez:P
Ama olur da Tony kapımı çalar, başım dertte; şuracıkta saklanayım FBI'dan derse, başımın üzerinde yeri var:P

Neyse boş durmayıp, cips ve kola ikilimi hazırlayayım, sıradaki eski yeni dizim gelsin.

Cornflake Girl (Away) "yeni 'f.r.i.e.n.d.s' lerimle tanışmaya gittim, geliyorum."

AMES (Afili Meslek Erbabı Sendromu)

"Cabin crew take off position"

Bu cümleyi anlamam sanırım bir kaç yılımı aldı!! Buradan tüm pilotlara seslenmek istiyorum. Bilindiği üzere pilotlar; oldukça kaliteli eğitimlerden geçen kültürlü insanlar. Eh tamam anladık mesleğin getirisi olan belli bir karizma durumu var (yiğidi öldür hakkını yeme) Ama boşvermişlik, karizmatiklik de bir yere kadar değil mi a be sevgili pilotlar! Tek bir pilotun bile mi İngilizcesi güzel ve anlaşılır olmaz, hepsi mi korkunç bir aksanla konuşur ve kelimeleri mırıl mırıl, ağızlarının içinde söylerler. Olmaz, olamaz imkansız derler adama. O zaman geriye tek bir açıklama kalır:
"afilli meslek erbabı sendromu"

Bu sendromdan muzdarip kişiler, diplomayı ellerine aldıkları günden itibaren deplasmandaki zorlu bir maçı 3-0 kazanmış futbolcu moduna girerler. Maçta başarılı olduğunun gayet bilincinde olan ve kendisine döndürülecek 38 mikrofonu ön gören maçın favori adamı; yöneltilen sorulara hep böyle bir yarım yamalak, hep bir nefes nefese, mırıl mırıl cevap verir. İşin kötüsü o kadar iyi oynamış ve o anda yorgunluğu gözlerinden o kadar net okunur ki kızamassınız da artistliğine :)
***

İşte bu sendromun, yolcular üzerinde bıraktığı etki yüzünden, yıllar yılı yazımın başında bahsi geçen cümle "kebin kru teiiiyoof poss.." şeklinde kulağıma çalındı. Hoş; biraz mantık, biraz google yardımıyla boşluklar tamamlandı ama gel gelelim bir cümleyi dahi bitirmeye üşenen ingilizce konuşan pilot profilinin gizemi içimde bir uktedir kaldı.
Hele ki o ilk kalkış yapıldıktan sonra ki, donuk bir ses tonu ve vurgu yoksunluğuyla yapılan bilgi verici konuşmalar vardır ya işte şu yükseklikte uçuyoruz, hava sıcaklığı şu kadar gibilerinden. Dikkat edin ingilizce versiyonları daha da kısadır ve pilotta adeta "yaauu şunları da zaten zorunluluktan söylüyorum, bitse de gitsek" şeklinde bir hava vardır. Tam da bu sebepten; gece nöbetinin son dakikalarında, huysuz hasta yakınına dert anlatmaya çalışan veya verdiği reçeteyi acaba kril alfabesiyle mi yazdı diye düşündürten baymış doktor profilini de andırırlar.

İşin özü, bir yanım "ne bu havalar hajı(!)" demek istese de, bir yanım da için için -Burhan karakterinin sosyete hastalığı olarak gördüğü panik atak rahatsızlığına olan sempatisi gibi- "şu sendromu bizzat yaşamak vardı ya" diye imrenir.

Son söz: Doktor civanım, F4 pilotum, Tsubasam; 23 Nisan'da üçünüzden birinin koltuğunda gözüm var. Reçeteler hazırlana, emniyet kemerleri takıla, maçın ilk düdüğü çala dursun!

7 Mart 2009 Cumartesi

"Ben evlendiğim zaman 45 kiloydum.."


İddia ediyorum, her ailedeki kadınların en az biri bu cümleyi sarf etmiştir. Yeri gelir bir anneanne/babaanne evindeki konken/altın günü toplantısındaki teyzeler bundan bahseder. Bazen de "yaş ilerledikçe kilo vermek çok zor canım" muhabbeti esnasında anne/teyze/halalar ve onların muhtelif akranları; gelinliklerinin içine nasıl sığabildiklerini ballandıra ballandıra anlatırlar. Hemen ardından o meşhur cümle gelir:

"Ben evlendiğim zaman 45 kiloydum, böyle sıskacık birşeydim, tabii sonradan aldık kiloları keh keh"

Gelelim hikayemizin kıssadan hissesine:

-Türk kültüründe sıskalık (boyunuz kaç olursa olsun) 45 kilodan geçer
-Evlilik şişmanlığın sebeplerini meşrulaştırır
-Zayıf genç kızları gören 50 yaş üstü nostalji meraklısı kadınların, sanki yapılacak başka bir muhabbet kalmamışçasına, hayatlarında en az bir kez bu duruma vurgu yapmaları farzdır.

Dipnot: Yaptığım gözlemler bu cümleyi sarfeden bayanların, avrupa yakasındaki iffet tarzında olduğunu göstermiştir. : )

4 Mart 2009 Çarşamba

Mutluluk

bir film, bir adam, bir kedi, bir ben..

işte böyle birşey benim istediğim..