25 Ocak 2009 Pazar

Gereksiz Detaylar Enstitüsü

Dün, aynı gün içerisinde gıcık olduğum tüm saçma ufak detaylar başıma geldi. İşte hazırlamış olduğum bu gereksiz detaylar listesinin 3 numarasında
* En sevdiğim şarkıyı dinlerken ipod'umun şarjının bitmesi yer alıyor.
Listemizde yavaş yavaş üst sıralara yükselirken 2.sırada
*Otobüste bir başkasının koltukta bıraktığı sıcağın üzerine oturmak fenomeni yer alıyor. (Bu gerçekten tiksindiğim bir durum. Ben mecbur muyum otobüs ağzına kadar dolu diye kalkan kişinin yerine doğru transfer olup, bir başkasına yer açmaya. Hayır bir de yol verip ayakta kalan kişiyi oraya geçmeye teşvik edici jest ve mimikler yapsam da her zaman bu amaç uğrunda muvaffak olduğum söylenemez.
Şimdi de gelelim listenin 1 numarasına
*Mesaj gelmesini beklerken, Turkcell'in envai çeşit bilgilendirme mesajlarıyla karşılaşmak. (Allah Turkcell'e akıl fikir, bizlere sabır versin, amin:D )

Listeye eklemek isteyeceğim bonus materyalim ise çoook eskilerden yarışmamıza katılıyor. *Silgiyle boş bir kağıdı anlamsızca silerek o silgi çöpünü ip gibi uzatabildiğin kadar uzatmaya çalışmak ve hiç ummadığın bir anda kopması!! : ))

gereksiz detaylarınızı paylaşmak ve listeyi uzatmak için comment kutucuğu işinizi görecektir:) Sağlıcakla kalın!

23 Ocak 2009 Cuma

O bir "Rapstar"

Biraz evvel Star Tv'de yeni başlayan "Rapstar" yarışmasını başından sonuna dek izledim ve çok hoşuma gitti. Bu beğenimin arkasında ise rap müzik hayranı olmam yatmıyor. Hatta rap kültürüm Ceza,2pac,Ayben,Eminem ve Sagopa Kajmer gibi bu alanda en tanınmış sanatçıların yine en bilinen şarkılarıyla sınırlı. Ama şu zamana kadar popstar, akademi türkiye, popstar alaturka çeşitlemelerinden sonra, rap dalında hem de Türkiye'de bu formatın denenmesini çok iddalı bir o kadar da başarılı buldum.
Yarışmacıların neredeyse tamamı çok heyecanlıydı ve sözlerin hepsini ezberden okuyamadılar, ama takdir edilmesi gereken bir şey var ki; o da bu tarzdaki diğer yarışmaların katılımcılarının tersine; şarkıların sözlerini kendilerilerinin yazıyor olmaları. Ayrıca özellikle bir kaç yarışmacı öyle bir tutkuyla ve heyecanla söyledi ki şarkılarını, gerçekten kendi içlerindeki duygu yoğunluğunu hissetirebildiler. Arka arkaya bu kadar çok rap şarkısı dinledikten sonra ilk defa farkettim ki, yeri geldiğinde rap müzik insanı acayip gaza getirebileceği kadar bir o kadar da duygulandırabiliyormuş. Hatta bunun bir adım ötesinde -evet itiraf ediyorum- evde kendi kendime (hafif sallanarak) rap müzik söylemeyi denemek istedim : )
Bu itirafın ardından hemen yarışmanın kendisine geri dönelim. Umarım yarışma meşhur "rating" uğruna şu anki halini değiştirmez. Ceza, Fuat, Funky, Sibel Tüzün'den oluşan jüri -her hafta katılacak konuk jüri üyesi de olacakmış, bu hafta Ferhat Göçer vardı- çok başarılı ve yapıcı eleştiriler yaptılar. Üstelik gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla oldukça samimilerdi. Öykü Serter'in sunucu olarak seçilmesi ise on numara bir seçim olmuş kanımca. Madem yarışmayı bu kadar baştan sona takip ettim, en beğendiğim ve diğerlerinden daha farklı söylediklerine inandığım yarışmacıların isimlerini de eklemeliyim bu yazıya ki tam olsun. Adem, Erhan ve Özgüç gerçekten çok güzel söyledi bence.
Haftaya kadar yarışmacılar kendi şarkılarının tamamını ezbere söylemeye çalışırken, bu yazı da okuyucuların %99'nun ezberden söyleyebileceği şu cümlelerle bitsin:
"Cartel bir numara en büyük..Cehennemden çıkan çılgın türk..25 yaşında yüzbinlik araba..Nerden geldi bu para en iyisi sorma...Anlamazsan kafan almaz sorma...Yaşadığın yeri tanımıyon sorma...Hergün savaş caddeler kan...Kan bile kırmızı değil karakan..."

9 Ocak 2009 Cuma

Bir kedim bile yok..


Okulumuzun kedileri meşhurdur. Kumpir bile yeseniz hemen yanıbaşınızda belirirler ve erimiş kaşar peynirli patatesinize dahi talim etmek üzere hazır ola geçerler. Bu sefer bir elimde çayım diğer elimde sigaramla bölümün önünde hocamı beklerken, midi boy bir pisicik kucağıma atlayıverdi. "Kediler nankör olur canım, karnı doydu mu gidiverirler" klişesine taş çıkarırcasına, hiçbir sebep olmaksızın kucağımda kıvrılmayı uygun görmüştü garfield kılıklı ufaklık. Yarım saatlik mırlama eşliğindeki sevgi pıtırcığı halimiz, tez görüşme vaktimin gelmesiyle son buldu. Mecburen kucağımdan bankın soğuğuna terk ederken kendisini, içim burkuldu. Daha fazla peşimden gelmemesi için bacaklarıma dolanarak beni takip edişiyle ilgilenmiyormuş gibi yaptım. Aslında evde beslemeyi bile isteyeceğim kadar sevmiş olmama rağmen, sanki hiç umrumda değilmiş gibi, miyavlamasına aldırmıyormuşcasına arkama bakmadan yürüdüm.
Sonra bazı ilişki bitişlerinin de bundan çok farklı olmadığı takıldı aklıma. İşleri daha da zorlaştırmamak için, aslında deli gibi sevdiğinizi bilirken ve ayaklarınız geri geri gitmek isterken, en iyisinin geriye hiç bakmadan yolunuza devam etmek olduğuna karar verilen anlar geldi aklıma. Ayrılığı kolaylaştırmaya mı çalışıyorduk böylesi zamanlarda, yoksa bir başkasının iyiliğini düşünürmüş ilüzyonu altında kendimizi mi koruma altına alıyorduk? Belki de her ikisinin de bir önemi yoktu, nasılsa farkı yoktu sonların...

Orda bir köy var uzakta..


Geçen hafta Türkiye'nin ufak bir taşra iline gittim. Turistik açıdan "mutlaka görülmesi gerekenler" listesi olan veya ne yiyeceğinizi seçmekte zorlanacağınız kadar çok "yöresel tatları" olan bir mekan değildi. Zannetmeyin ki, "amaaan burada da nasıl yaşanır, neresini sever ki insan bu yörenin" diyenlerdenim. Tam tersine "görmeden dönmeyin" maddelerinin sayılı olduğu şehirlerde bile mutlaka çok hoşuma giden bir sokak, kenarda köşede kalmış ufak bir cafe veya köy kahvaltısı yapılabilecek bir piknik alanı keşfetmeye çalışırım. Bu sefer de aynı inanç ve keşif tutkusuyla güne başlamıştım. Ama sabahtan akşama kadar aralıksız devam eden sağnak yağmur, halledilmesi gereken iş görüşmelerinin uzunluğu ve yol boyunca gördüğüm çarpık kentleşme manzarası yüzünden umudumu yitirmeye başlamıştım. Ne kafama koyduğum gibi etrafı dolaşabilmiş ne de saatlerce yağmurdan dolayı mahsur kaldığım cafe hayalimdeki resme oturabilmişti. Bütün gün boyunca bizi oradan oraya ulaştıran taksi şöförümüz, akşam son olarak havaalanına doğru arabayı sürerken, benim kafamda bu şehrin nesini sevdim sorusu halen cevaplanmamıştı. Fakat yolculuğumun bu son dakikalarında, şöförümüz "ev sahibi olmanın getirdiği o gönüllü misafirperverlik duygusuyla" etrafta gördüğümüz tarlalarda nelerin yetiştiğini, az önce yanından geçtiğimiz meranın kime ait olduğunu, aynı esnada 3 çocuğunu ve onların bizim ellerimizden öptüğünü anlattı içtenlikle. Havaalanına vardığımızda ise ıslanmayalım diye bagajdan çıkardığı şemsiyeyi kendi ıslanırken bizim için tutan, para üstünü kabul etmeyen ve "hadi Allah'a emanet olun hocam" diyerek bizi uğurlayan şöförümüz sayesinde, kafamdaki soru yanıtladı. Bu şehrin keşfi belli ki bir başka sefere kalmıştı ama bu şehrin sahipleriydi sevdiklerim.

4 Ocak 2009 Pazar

How I met Siegfried!

Siegfried vs Nightmare

S: let's do this.. my unforgivable past

(hiyaaa.. haaa... ttyhaaa)
S:You can't stop it..

K.O.!
S:with this, it ends.. our kindship not exist in this world.. not ever again..

3 saat önce..



Yeni yılın ilk cumartesi gecesi, insanı iki sokak ötedeki bakkala dahi gitmeye üşendirecek derecede soğuk ve yağmurlu bir havayla karşılıyor. "Oyun gecesi/film gecesi zirvesi" hemen imdadımızı yetişiyor neyse ki. Xbox'da, trival pursuit'in bir nevi amerikan sineması üzerine kurulu hali olarak düşünülebilecek "scene it" oyununun hevesi sayesinde evden dışarı çıkmamla başlıyor herşey. Ama zamanlamam yeterince başarılı değil. Arkadaşlarımın yanına vardığımda, oyunun çoktan ikinci kez başlatılmış; sinefil Mr. A'nın ise açık ara önde olduğunu görüyorum. Lafı uzatmayacağım çünkü önümüzdeki 1 saat boyunca değişen tek şey sevgili Mr.A'nın kazandığı puan ve galibiyet sayısındaki artış oluyor :)

İşte tam bu noktada Siegfried ile yollarımızın kesişmesine sebep olacak ama bundan o an için haberi olmayan sevgili Cyric'in şu önerisi kulağımıza geliyor: "Soul Calibur mu oynasak bir kaç el?" Mr. C devreye girerek "ya uzun sürer şimdi o, kız sıkılacak sonra" diyor. Oyun hakkında en ufak fikri dahi olmayan ben, oyun bozanlık etmek istemiyor ve "oynayın nolacak ya, seyrederim ben sizi, sıkılmam" diyorum.

(Bu yazıyı okuyan Soul Calibur hayranları "onu nasıl bununla kıyaslarsın" diyecekler ama n'apalım benzettik bir kere.) Oyunun başlamasıyla beraber, ryu ve ken'in "hado ken" nam-ı diğer "aaaaduuuukeeeet" klasiğiyle herkesin aklında minik de olsa bir yer edinmiş Street Fighter geliyor gözümün önüne. Bununla kalsa iyi. Sıkıcı kız oyunlarıyla idare etmek zorunda kaldığım kimi zamanlarda, erkek çocuklarının atari salonlarında bu tip dövüş oyunlarıyla ne kadar eğlendiklerini düşündüğüm çocuk kıskançlığım geliyor aklıma o sırada.

Belki agresyondan alınan o dürtüsel ve kaçınılmaz haz yüzünden, belki oyunun takdir-e şayan görselliğinden, belki de geçmiş kıskançlıkların öcünü alırcasına "ya şunu bir el de ben oynasam" diyerek oyuna dahil oluyorum. Çeşitli karakterlerle oyuna ve tuşların kombinasyonlarına alıştıktan sonra, işte "onunla" karşılaşıyorum". Belki Kuzey Avrupa mitolojisinden fırladığı ve Alman kökenli isminden dolayı, belki babasını öldürdüğü için o çok sevdiğim ödipal teorileri çağrıştığı için ,belki de ironik bir şekilde sırf geçmişteki o sıkıcı kız oyunlardaki Barbie'nin sevgilisi Ken'e benzediği için Siegfried'i çok seviyorum.

Özellikle "The Boss" hakimiyetindeki Cervantes ve Cyric'in kitabını yazdığı Taki karakteriyle olan karşılaşmalarımda "Keeeey, OOoo" cümlesi bol miktarda aleyhimde duyulsa da; hatrı sayılır "elimin tersi ring outları" da kendi haneme yazılıyor. Bu esnadaki neşeme gelince; o, arkasından kimse tutmaksızın iki tekerlekli bisiklete binebildiğini farkeden çocuk sevincinin arasına karışıyor.
Aynı zamanda, Siegfried ise geçmişiyle yüzleşmek üzere Nightmare ile beraber ringe çıkıyor.

S:let's do this.. my unforgivable past
(hiyaaa..haaa..ttyhaa...)
S:You can't stop it
K.O.!
S: with this, it ends.. our kindship not exist in this world.. not ever again..