30 Aralık 2008 Salı

Biraz da Paparazzi!

İki gün evvel Sabah Gazetesi'nde yayınlanan Okan Bayülgen röportajı sayesinde, Okan Bayülgen ve reklamcı sevgilisi Şirin Ediger'in 31 Aralıkta Roma'da evleneceğini ve hanım kızımızın hamile olduğunu öğrendim. Allah mesut etsin ve analı babalı büyütsün dedikten sonra ben asıl benim aklıma takılan noktalara değinmek istiyorum. Röportajı okurken, bir çok yerde Okan Bayülgen'in samimi ve içten açıklamalarını -özellikle kendi çocukluğu ve kendi değer yargılarını anlatışı konusunda- takdir etsem de; ilişkilerini anlatışındaki "sıradan değiliz biz ve sıradan olmayanı yaşıyoruz" içerikli mesajların bas bas bağırması size nasıl gelir bilmem ama beni rahatsız etti.
Daha evvel 3 kere evlenmiş Okan Bayülgen'e evlilikle ilgili görüşleri sorulduğunda "Bir yastıkta kocamak gibi dileklere inanmıyorum. Bu dilekler, hiçbir şekilde yerine gelmeyecek dileklerdir. Ama yabancı filmlerde dikkat ederseniz evlenirken, birçok farklı dinden insan şu sözü verir: 'Seni seveceğime, hayatını kolaylaştıracağıma ve onurlandıracağıma söz veriyorum.' Bu üçü çok önemli. " şeklindeki cevabını okuduğumda, tam "ne kadar güzel konuşmuş" diye hak verirken, röportajın şu kısmıyla karşılaşınca tekrar hayrete düştüm. Okan Bayülgen, kendisi kavga ederken "sakin ol kocacığım" diyecek bir kadınla beraber olamayacağını ve Şirin Ediger'in iyi bir kavga arkadaşı olduğunu söylüyor. Buraya kadar tamam, yapmacık gülümsemelerle kendisini sakinleştirecek bir kadından ve o tip bir ilişkiden haz etmemek çok anlaşılır. Ama sevgilisiyle beraber yeri geldiğinde sağa sola nasıl beraber sataştıklarını ve bundan ne büyük bir keyif aldığını "Hatta o, pasaport polisiyle kavga etmeye başladığında ben arkadan yetişip kavga etmeye başlıyorum. Dolayısıyla her ülke, her sınır bizim için bir kavga yeri ve hapse atılmaktan son anda kurtuluyoruz. Çünkü mutlaka görevliler geliyor ve polis tarafından sorguya çekiliyoruz." cümleleriyle anlatırken benim gözümün önüne ya ergenlik döneminden kalma "allahım ne kadar çılgın bir çiftiz" görüntüsü ya da Natural Born Killers'ın Mickey&Mallory'si geliyor.
Tarantino'nun senaristliğini yaptığı filmleri ikili oldukça benimsemiş olmalı ki, ilişkilerinin nasıl başlayıp, nasıl pekiştiği ise insana True Romance filmindeki Alabama&Clearence karakterlerinin, ilk görüşmelerinin ertesi gününde evlenmelerini hatırlatıyor. Zira diyor ki Okan Bayülgen: "Biz Şirin'le daha ilk yemeğe çıktığımız gün beraber olmaya karar verdik, daha birbirimizi çok az tanırken.... Hemen çocuk yapacağımız, evleneceğimiz belliydi."
Yok artık sayın seyirciler demek geliyor içimden!
Hele Okan Bayülgen'in "Aramızda kozmik bir bağ var. Zaten biz tanışmadan önce de Şirin beni uygun buluyormuş, 'Böyle bir adam çocuğumun babası olabilir' diyormuş" anlatımı gerçekten düşündürücü!
Mesela bakalım hemen beraber;aynı yöntemi bir deneyelim. Ali Kırca siyaset meydanını, haberleri sunuyor,çok ciddi oturaklı, hımmm böyle bi adam çocuğumun babası olabilir mi yok yok Acun Ilıcalı da aslında pek bir maceraperest, çok sıcakkanlı, hemencecik insanlarla kaynaşıyor falan hımmm yoksa böyle bir adam mı benim çocuğumun babası olsa acaba, nasıl karar versem bilemedim şimdi:)
Son olarak da Okan Bayülgen'in şimdiden Şirin Ediger için "karım" diye hitap etmesi röportajı yapan gazetecinin dikkatini çekiyor ve bunu söylediğinde, Okan Bayülgen "onu demek için herhangi bir memurun iznini beklemiyorum" derken benim aklıma "yaauu şimdi benim ilişkimi devletin onaylamasına ne gerek var, ben evliliğe karşıyım" cümlesi geliyor. İçeriği tamamen zıt olsa da bu iki cümlenin, ortak yönleri olan "ben kalıp yargıların dışında yaşıyorum, sıradan değilim" alt mesajının ağızdan çıkan 5 cümlenin 3'nde hissettirilmesi iğreti geliyor adama.

Evet yeni yıl bitmeden, bir adet magazin basını içerikli yazı da yazdım ya, gözüm açık gitmem:P
Eh dedikodu bitti, haydi dağılalım : )

29 Aralık 2008 Pazartesi

Alien Life Form


Uzaydan gelen, kedisever, tüylü yaratık... İşte karşınızda "Alf"

Çocukken yeni bölümünü izlemeyi dört gözle beklediğim dizinin baş kahramanıyla ilgili birkaç fotoğrafa nette rastlayınca; Alf'in blogumda yer alması gerektiğini farkettim.Amacım kesinlikle 90'lar dönemi çizgi/dizi filmlerini tartışmak değil, sadece sevdiğim o karakteri yeniden anmak.

Yıllar sonra, Alf'in eski bölümlerini izlemek hala daha çok keyif vericiydi, tek bir detay hariç! Müşfik Kenter'siz Alf ilk başta sanki başka bir karaktermiş gibi gelse de, bozuntuya vermedim ve izlemeye devam ettim. Herhangi bir dizinin orjinal dilinde dinlenmesi avantajını kendi kendime hatırlatarak avundum. Ancak daha 1.sezonun 1.bölümünde, benim yıllar yılı Malmec dilinde bir isim olduğunu zannettiğim Alf, nam-ı diğer Alien Life Form olarak açıklanınca,büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmek zorundayım. O yüzden bu gerçeği reddederek, yarının çocuklarına Alf'in aslında Malmecçe'de Uzay Kaplanı anlamına geldiği söylentisini yaymak istiyorum.
Diziyi yeniden izlerken, çocukken Alf keşke bizim evde yaşasa diye düşündüğümü anımsadım. Belki kardeşimin olmaması belki de konuşabilen evcil hayvanımsı imajıyla, Alf gibi bir uzaylı maskotla aynı evde yaşamak fikri müthiş gelirdi. O zamanlar, annemle babama "bizim eve de tesadüfen böyle bir yaratık gelse, ona bakabilir miyiz?" diye sorduğumda ben çok ciddiydim! : )

Peki ya Alf evimizin maskotu olmak yerine meslektaşım olmaya kalkışsaydı eğer neler olurdu?

Kate: And I resent the implication that I'm having a negative effect on my son's outlook. Oh I give up. I give up.
ALF: You're letting out your emotions. Good. Now we can make some real progress.
Willie: And you are spouting out a lot of psychological clichés you don't even understand.
ALF: Why so hostile, Willie? I'm okay. You're okay.
Willie: This must stop.
ALF: That's right. A good scream. Let it fly.
Willie: You cannot keep aggravating people like this.
ALF: Why do you hate your mother?

: )

İyi geceler Alf, iyi geceler Malmec

Başka Hayatlar

Bazen sokakta dolaşırken -özellikle de cd player veya ipod'unuzun şarjının bittiği veya onları evde unutarak dışarı çıktığınız günlerde- gideceğiniz yere kadar sizi oyalayacak birşey ararsınız etrafta. Aynı oyalanma ihtiyacı, adım adım ilerleyen trafikte çakılı kaldığınız ve dakikalar boyu aynı manzarayı görmek durumunda kaldığınız otobüs yolculuklarında da belirebilir. İşte tam o anda, gözünüz hafiften içerisini görebildiğiniz bir eve takılır ve merak edersiniz onların hayatlarını. Tıpkı sahafçılar çarşısından aldığınız kitabın sizden önceki sahibini merak etmek gibi..
***
Sokakta yürüyorum. Evlerde teker teker yakılmaya başlanan ışıklar alacakaranlık kuşağı başlangıcının işareti olmalı. Bir tiyatronun bordo perdeleri gibi açılmış salonun sahnesi gözlerimin seyrine. Neydi bakışlarımı içeri yönelten bilmiyorum. Belki o heybetli duruşuyla salonun yarısını kaplayan şık yemek masası, belki köşede duran divan, belki de duvarı boydan boya kaplayan bir şehrin panaromik manzarasını gözler önüne seren 3 tane yan yana asılmış fotoğraf ve o karedeki denizin üzerinde uçan martı...
Hemen hayallere daldım. Kimdi bu evin sahipleri? Yeni evli bir çift miydi? Peki ya mutlular mıydı acaba? Evet öylelerdi tabii. Salonda değillerdi şimdi, çünkü mutfakta yemek hazırlıyorlardı beraber akşam için. Kadın az sonra elinde tabaklarla gelip o şık yemek masasını donatacaktı, heybetine biraz daha görkem kazandıracaktı masanın. Hayır bu dediklerimin hiçbiri olmayacaktı. Belki de evin sahibi yaşlı bir adamdı çünkü. 70'lerinde, bembeyaz saçlı "göbeğin nasıl bu kadar kocaman olabilir" diye soran çocuğa kahkahalarla karşılık veren güleryüzlü ihtiyar delikanlıydı evin sahibi. Çalışma odasında olmalıydı şimdi, günlük gazeteler çoktan sabahın ilk saatlerinde okunup bittiği için, sıra kitapların arasında kaybolma zamanıydı. Akşam yemeğine kadar vakti vardı sonra çocukları ve torunları belirecekti kapıda. Herkes masadaki yerini alacak, sohbet ilerledikçe torununun bardağına rakı koymak konusunda ısrar edecekti adam. Torun hem çekinecek hem de gurur duyacaktı bu ısrar karşısında. Gülümseyerek onaylayacaktı bu teklifi ve diyecekti ki: "Patates kroket de olmalıydı dede!"

22 Aralık 2008 Pazartesi

Christmas Yaklaşırken

"Frohe Weihnachten" diyerek elime tutuşturdu Glühwein'ı, Christmas için kurulmuş pazarlarda çalışan genç kadın. Buz gibi aralık soğuğunda sıcak şaraptan daha fazla insanın içini ısıtabilecek herhangi bir içeceğin olmadığına kanaat getirmiştim artık sokağı seyrederken. Dört bir yandan fırlayan çam ağaçlarının dallarını dolduran rengarenk süsler ve ışıklar sayesinde; Almanya'nın sokakları daha aydınlık gözüküyordu gözüme. Ne kadar sene geçse de üzerinden, ülkenin üzerine sinmiş is kokusu sanki hep baki. Bu ülkenin şehirleri, İkinci Dünya Savaşı'nın kasvetini, rutubetini ancak senenin bu zamanında üstünden atabiliyor hissi uyanıyor insanda. Bu düşünceler zihnimde dönmeye devam etse de, dışarının keskin soğuğu Glühwein'ın bile ısıtamayacağı bir hal alınca evin yolunu tutmaya karar veriyorum. Ev sessiz.. O eğlenceli partiler, oradan oraya dur durak bilmeyen koşuşturmaca hali yıllık iznine çıktı. Herkes ailelerinin yanına ziyarete gitti. Hediyelerin ne kadar güzel paketlendiği veya hindinin iyi pişirilip pişirilemeyeceği en büyük dert şimdi onların evlerinde. Benim derdim ise, bu gece yılbaşı ağacının altında duran bebek isa figürünün yüzünü çevirmeyi unutmamak. Ev arkadaşıma söz verdim ne de olsa..
Işıkları söndürdüm, holde duran ağacımızın ki hariç. Dışarıda fırtına var, deliksiz bir uykuyu imkansız kılıyor gümbür gümbür gelen gök gürültüsü. Saate takılıyor gözüm 05.00'i gösteriyor. Bir şey eksik ama ne? Bir şimşek daha çakıyor, acaba gök gürültüsü ne zaman duyulacak? Saat 05.15'e gelmiş. Bir şey eksik? Rüzgarın kuvveti, camları titretiyor. Uyumak ne mümkün korkarken. Saat 05.30.. Bir şey? "Allahu ekber, allahu ekber, eşhedü enla ilahe illallah.." Tabii ya; yalnızken, korkarken ve hala gözüme uyku girmemişken, bana birilerinin varlığını hatırlatan sabah ezanının sesi eksik. Uykuya dalıyorum en sonunda. Zihnimden gelen sesler kulağımda, çam ağaçlarının ışıkları gözlerimin önünde, yol gösteriyorlar bana düşümde. Düşlerim odama çıkıyor, uyanıyorum özlemle.


4 yıl sonra...

"Bu sene yılbaşı çekilişi yapalım mı?" Herkes bu fikri onaylıyor benim de aklımdan aynısı geçmişti diyerek. Ama acele etmiyoruz harekete geçmek için, nasılsa hediyelerimizi paketlemek için 31 Aralık'a kadar vaktimiz var İstanbul'da. Hava hafif yağmurlu bugün ama güneş hiç küser mi buraya? Hemen kendini gösteriyor bir saatliğine de olsa. Biraz geç kalkmış olmanın miskinliği, biraz da christmas süslerinin renkliliğini görmek adına, havanın kararmasını bekliyorum dışarı çıkmak için. Gözüme hep çok hareketli gözüken bu şehir, ne yaparsa yapsın sanki senenin bu zamanında rengini yitiriyor, sönükleşiyor. Zihnimde bu düşünceler dönmeye devam ederken, Tchibo'ya adımımı atıyorum ve karşıma çıkan Glühwein makinası özlediğim o şarap tadını hatırlatıyor bana. Birşey eksik ama ne? Eve dönüyorum. Bir yandan televizyonun sesi, bir yandan evdeki misafirlerin kahkahları taa sokak kapısına kadar geliyor. Rengarenk süslenmiş çam ağacımız hakkında birşeyler söylüyor misafirlerden biri. Birşey eksik ama..? Yorulmuş olmalıyım yürümekten. Kendimi usulca koltuğa bırakıyorum. Zihnimden gelen "we wish you a merry christmas" melodisi kulağımda, çam ağaçlarının ışıkları gözlerimin önünde, yol gösteriyorlar bana düşlere dalmak için. Düşlerim buradan kilometrelerce uzaktaki dostların kapılarını çalıyor. Uykuya dalıyorum özlemle.

Prologue


İster önsöz, ister editörün notu, ister sunuş diyelim; yazmaya başlarken giriş yazısı niteliğindeki "merhaba" adettendir. Geleneği bozmayıp ilk merhabamı dile getirirken, süt köpüğünün tam kıvamında olması için uğraş verdiğim kahvemden bir yudum almayı kendime hak görüyorum. Şimdi gelelim soruların cevaplarına... (doğmamış okuyucuların zihnimdeki sorularıdır bunlar)
F.A.Q.

1) Neden şimdi yazmaya başladın?
Bilgisayar başında geçirilen vaktin artması, yazılması gereken tezden güzel bir kaçış noktası ve aralık ayının dayanılmaz hafifliği olacak en samimi cevaplarım.

2)Ne üzerine yazacaksın?
Biraz benden, biraz geçmişten, biraz da olmasını istediklerimden bahsedeceğim. Zaman zaman bunların hepsi birbirine girebilir diye endişelensem de; yazılarımın tek bir karakteri, tek bir mekanı olsun istemiyorum. O gün nereye ve hangi kimliğe daha çok aitsem, onun söyleyecekleri yazıya dökülsün istiyorum. "Yoksa bir kişilik bölünmesiyle mi karşı karşıyayız" diye geçtiyse içinizden, endişelenmeyin. Benimkisi sadece Sylvia Plath'in "keşke sahip olduğumuz hayatları elbiseler gibi giyip çıkartabilsek, böylece hangi hayatın bize daha çok yakıştığını görebilirdik" dileğinden bir esinlenme.

3)Neden yazılarını okuyalım?
Kimse kimseyi kandırmasın. Öncelikle ya tesadüfen bu sayfaya girdiğiniz için ya da boş vakit geçirmek için okuyacaksınız yazıları. Olur da severseniz, "bugünkü hikayesi neymiş acaba?" merakı okumanız için yeterli ve geçerli bir sebep sanırım.

"Sözleşmeyi okudum ve şartları kabul ediyorum." diyorsanız o zaman buradan içeri buyrun.

Alamet-i Farika'ya hoşgeldiniz..